Makaleler

Published on Aralık 13th, 2021

0

Tufan’la uyanmak her sabah: “Günaydın dostlar!” | İ. Metin Ayçiçek


…Oysa kendimize toz kondurmadan, başta “muhalif” olduğunu düşündüğümüz en yakınlarımızdan başladık bedenimizi yontmaya ve herkesi sorguladık. Ve düşmanın katlettiğinden çok daha fazla yoldaşımızı küstürerek kaybettik bu çılgın rekabette…

Tufan, her sabah felsefe incileriyle uyandırırdı beni. “Günaydın dostlar!” Sabah gözümü açtıktan sonra ilettiği mesajı sorgulamaya başlardım hemen: Hiçbirini sorgulamadan geçmiyordum. Bir anlamda beyin jimnastiği gibi, bazı mesajları beğenmiyor, beğendiklerimi ise depoluyordum. Aslında mesajları üzerine ona yazmak istiyordum, ama farklı görevler içinde fırsat yakalayamadım.

Tufan Gezer

Sanırım yukarıdaki cümle çoğumuzun kendimizi biraz rahatlatabilmek amacıyla söylenmiş bir bahanedir. Çünkü biliriz ki, isteği gerçekleştirme duygusu kendini dayatsa idi, kesinlikle zaman yaratılabilirdi ve böylesi zayıf gerekçelerle kendimizi savunmak zorunda kalmazdık. “Carpe Diem” (“Günü Yakala”) başka bir deyişle “günü değerlendir.” Yaşanılan her günü doğru kullanmayı bilmek ve becermek gerekir. Çünkü dün yoktur artık, yarın ise kimse için belli değildir henüz. Gün bu gündür, onu doğru kullan. Ve unutma: Ayrılıkların ne zaman geleceği hiç belli olmuyor!   

Henüz şokunu atamamıştım Doğan’ın, Gökhan’ın ve Ali Ertem’in ölümlerinin, “Metin amca, babam Tufan Gezer’i kaybettik. Sabaha karşı vefat etti” haberi geldi 12 Aralık’da, yani dün, telefonla. Mesajın saati 05:20 idi. Ve Tufan, çok eski dostlarımdan ve öğrencilerimden biriydi. Yarım saat sonra Sevinç Nürnberg’deki can dostlarımdan Mahmut Özkan yoldaşımın babasının vefat ettiği haberini verdi. Sabaha karşı öğrenmişlerdi. Ve gece Engin Erkiner aradı: “Metin, Faruk Yüksel bugün öldü.” SBF’den arkadaşımdı öğrencilik yıllarımda.

*****

WhatsApp’dan ilettiği “Günaydın” mesajları, bir sistematik içinde iletilen tematik mesajlar gibiydi Tufan’ın. Örneğin:

24 Ağustos, 2021 : “Dünya Nüfusunun, % 1 Dünyayı yönetir  // % 1’in koruyucusu ve kuklasıdır // % 90’ı uykudadır // % 5 ne olduğunu bilir ve % 90’ı uyandırmak ister. // % 1, % 5’in % 90’ı uyandırmasını istemez ve bunun için de  % 4’ü kullanır. (Dolores Cannon.)

25 Ağustos 2021 : “Celladını kurtarıcı olarak gören bir toplum, kasabın bıçağını yalayan aptal danaya benzer” (Karl Marks.)

26 Ağustos 2021 : “Diktatörlük rejimleri baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır” (Jorge Luis Borges.)

Resimde okeyden başını kaldırmayan şık giyimli belli ki modern ekipler oturuyor. Yanlarında gençler slogan atıyorlar ve ellerinde öldürülen arkadaşlarının resimlerini taşıyorlar. Masalardaki modern tiplerin hiçbiri hemen yanlarında bangır bangır bağırmakta olan gençlerin varlığından haber(siz)ler. İnsan o gürültüde psikolojik olarak tedirgin olur, merak eder ve oyundan kopar. Oysa bu “modern kılıklı onursuzlar, kendi ülkelerinde yaşayan bu gençlerin protestosuna katılmasalar bile, öldürülen gençlerin anısına saygılı olarak iki saniye okeyden kopsalardı…

Son mesajlarından biri üzerine yazmayı düşünüyordum. Beceremedim. Hayat bizim eylemlerimizi beklemek zorunda değil, o halde eylemlerimizi önemine göre sıralayıp hayatı tüketmeden gerçekleştirmek doğru değil mi?

Şimdi günaydın demeyecek bana, belki de kızgın olduğunu arada bir hatırlatacak. Ve “yaz artık, bekleme!” diyecek.

Evet, belki de bir doğruyu yanlışla açıklayarak da doğruya ulaşmak mümkündür. Tufan’ı ilk tanıdığım yıllarda böyle oynuyorduk Marksizm’in içerisinde, felsefeyi anlayabilmek için.

Onu SBF’de rastlantı sonucu tanıdım. Fiziksel olarak da potansiyel olarak da kocaman bir kafası vardı ve küçücük bir çocuğun saflığıyla yaşamaya çalışıyordu kurtlar vadisinde. Çok değişik bir tipti ve çevresi tarafından biraz da izole edilmişti. “ Sol açıklamalar içinde bir milliyetçi gibi” idi. Yani benim geçmişime benziyordu o günü. Ve bir arkadaş ile tartışırlarken bana da sorma gereği duydular. Halklar üzerine bir tartışma idi. Diğer arkadaş “halklar” diye bastırdıkça Tufan “ama halkımız” diye sorguluyordu arkadaşını. Ve Hüseyin Cevahir’in bana yaklaşım tarzını hatırlayarak ilişki kurdum onunla.  

Aklımın yettiğince anlattım tartışma konularını, yukarıdan bakmadım, ciddiye aldım düşüncelerini, ciddiyetle dinledim. Tufan daha yakın idi anlattıklarımıza, diğer yoldaşımız ise bir MHP sempatizanını mat etmek için enternasyonalizme öyle bir sarılmıştı ki, ucu dünya devrimine giden boyutlara varmıştı, ülkeyi aşarak.

O günden sonra Tufan’la çok sık karşılaştık. Kene gibi yapışıyordu gördüğü her yerde ve giderek daha da zorlaşan sorularla adeta sınav korkusu yaratmaya başlamıştı bende.

Sonra onun ve Ali Erdinç’in de içinde yer aldığı bir eğitim grubu oluşturduk. Doğrudan Marks’ın, Engels’in görüşleriyle başlamıştık eğitime. Doğanın Diyalektiği gibi kitapları günün verileriyle de destekleyerek okuyor, grubu kendi içinde kıyasıya tartıştırıyorduk.

Eğitimin bu aşamasının sonuncu eseri Anti-Dühring idi. Kitaptan Engels tarafından eleştirilmiş olan Dühring’in düşüncelerini “Engels diyor ki” diye başlayıp okuyordum. Sonra bu düşünce üzerine görüşleri istiyordum. Ve aynı uygulamayı Tufan’da da yaptım. Elbette Engels’in isminin de etkisiyle, okuduğum parçanın Engels’e ait olduğunu düşündü ve hemen göğsünü kabartan bir vücut diliyle, “okunan parçanın Engels’e ait olduğunu” söyleyip, yorumlamaya başladı. Dinledim. Ve sonunda sürprizi patlattım: “Tamam, bu kadarı yeter, bu parça Dühring’e aittir. Biraz sonra Engels bunu eleştirecek!” Tufan önce hafif bir şaşkınlık yaşadıktan sonra sakinliğini yeniden yakaladı ve kafasını iki yana sallayarak, tok bir sesle “vay bee, adam beni bile yanılttı!” deyiverdi. Güldük tabi ki. Ve bir süre sonra Kurtuluş’un iyi propagandistlerinden biri oldu.

*****

Onun da küçük hileleri vardı elbette. Örneğin büyük toplantılarda bir başka siyasal düşünceyi eleştirirken Marks’tan Engels’ten başlayıp Lenin’e, Stalin’e uğrayıp Mao’ya ulaşıp Che’den örnekler verir, bunlardan yaptığı aktarmalarda konu başlığı adı verse de sayfa numarası falan vermezdi. Ve sayfa numarası vererek bu önderlerden aktarma yapanları ise, hemen orada kitaba başvurarak sergileyip (onun deyimiyle) “rezil” ederdi.

Keyif alırdık öteki siyasal gruptan birilerinin bu ideolojik savaşta “rezil” edilmesinden. Marksizm-Leninizm’i tekelimize almış olurduk böylece.

 *****

Ankara Yenimahalle’de polislerle karşılıklı bir çatışmadan aranmaya başladı. Sadece o değil, ben dahil birkaç arkadaş daha aranırken Tufan yakalandı. Bildiğimiz ön ifadeden, yani işkenceden geçerken (o da Siyasallı olduğu için) polis soruyor: “Söyle bakalım Kel Metin’i tanıyor musun?” Tufan bilmeze yatıp, hayır, hangi kel Metin diye sorduğunda, işkencecilerin hepsi birden çıldırmış gibi saldırıyorlar: “Kaç tane Kel Metin var ulan, hem de Siyasal’lısın (Siyasal Bilgiler Fakültesi) ve Kel Metin’i tanımadığını mı söylüyorsun?” diye dört koldan yükleniyorlar. Sonraki yıllarda karşılaştığımızda: “Abi seni tanımadığımı söyledim diye o kadar dayak yedim; tanısaydım, kim bilir sağ çıkmazdım her halde?” dedi. Kahkahaları bugün bile kulağımdadır.

*****

Onun telefonunu bulur bulmaz hemen aradım. Şaşırdı, sevindi, aşırı derecede duygulandı, ve dili benimsemediğim bir argo literatüre sık sık başvurarak içini döktü. Devrimci mücadelede yaşadıklarına gururla sahip çıkıyor, 80 sonrası irtifa kaybetmekte olan balonlardan kum ağırlıklarının (safra) atılması örneğiyle tanımlıyordu yaşamının bir boyutunu.  “Ortada bırakılmışlık” olarak adlandırdığı birtakım olaylar anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu… Elbette itiraz ettiğim yanları olmuştu anlattıklarına, ama “ortada bırakılmışlık” algısı, yaşamdan öç alma duygusunu körüklemiş olabilir mi? diye düşündüm yıllarca. Ya da kendini anlatamama hali midir onu farklı arayışlara yönelten neden? Söylenenle yaşanan arasındaki tutarsızlığın gittikçe daha güçlü dışavurumunun gerginleştirdiği bir ruh hali miydi yaşadığı soy yıllar?

“Birlik ilkelerimizi anlatırken, bu isteğimize radikal soldan ilgi olmayacağını bildiğim için beni zorlayacak bir durumun ortaya çıkacağını düşünmüyordum. Ama TİP’liler ilgi duyabilirler birlik gibi düşüncelere. Peki, anti-şovenist olmak ilkemizi de kabul ederlerse, yani tamam bu ilkelere biz de katılıyoruz derlerse ne yapmak gerekir, birliğe gitmeyi düşünür müyüz?” sorusunu sorduğu yöneticiden “olmaz tabi ki, tamam, bunu örgüt gündemine sokarız falan deyip oyala” diye yanıt alınca görüşmeye gitmeyi reddetmişti.

Tufan Gezer

******

Çok kolay terk ettik birlikte yaşadığımız “yoldaşlarımızı” ve bu geçmişi bir gün kendi adıma yorumlayacak olursam eğer, “devrim, kendi evlatlarını yer” iddiasının, bütünüyle çarpıtılmış, gerçekliği olmayan bir benzetme, hatta yanıltma sözcüğü olduğunu; kendi evlatlarını yiyen şeyin “devrim” değil, sınıflı toplumların en büyük üretimi olan “iktidar” hırsından kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Henüz devrim hedefinin çok uzağında olduğumuz; henüz o hedefe gidebilmek için, “asgari düzeyde benzer olanları da içeren bütününün” birlikte yürüme alışkanlığının oluşturulamadığı; yüzlerce devrimcinin kanıyla onurlanan bir mücadele tarihini mülkümüz gibi görerek, onca emeğin üzerine tahtını yerleştirip, sadece kendi kahramanlıkları üzerine kurgulanmış tarih kitapları üreten bir yaşamın içinden geldik. Elbette hiç kimse niyetlerimizin olumsuzluğu üzerinden bizi tanımlayamaz. Ne var ki, aşağı yukarı bütünü, sınıfsal konumlanışında kaypaklığı nedeniyle burjuvaziden de tehlikeli olan küçük-burjuvaziden oluşan bir örgütte, yaşanan yarılmaların çok çok önemli kısmının “iktidar” kavramı üzerinde odaklaştığını söylemek kesinlikle yanlış bir saptama olamaz.

Ve Tufan’ın, 2020’nin 28 Nisan’ında Twitter’e düştüğü not izlenmesi gereken yolu yeterince doğru gösteriyordu aslında, ama sanırım kavramamakta direndik bu kez: “Yeni bir dünyaya eski alışkanlıklarınızla katılamazsınız. Önce kendinizi sorgulayın.”

Oysa kendimize toz kondurmadan, başta “muhalif” olduğunu düşündüğümüz en yakınlarımızdan başladık bedenimizi yontmaya ve herkesi sorguladık. Ve düşmanın katlettiğinden çok daha fazla yoldaşımızı küstürerek kaybettik bu çılgın rekabette! Yaşanan sürecin açıklaması ise zaten 100 yıl öncenin yazılmış kitaplarında hazır beklemekteydi: “Yenilgi yıllarında yılgınlık artar, teslimiyet artar vs., vs.,”

*****

Tufan’ı ne kadar anladık acaba? Anladık mı? Bilmiyorum? “Öfkesinin” büyüklüğü müydü onu bir dönem sistem partileri içinde arayışa iten öfke ya da bir dönem kaybettiği umutlarının yarattığı girdap mıydı? Tabi ki hangi neden olursa olsun yanlıştı. “Alın, görün, onca emek vermiş, risk üstlenmiş, tehlikeden kaçınmamış bir devrimcinin, devrime adanmış bir iradenin” deprem denecek kadar hızlı tahribi ve bir dönem daha süren artçı depremler. Bu büyük felaketin öncüllerini yakalamakta mı basiretsiz davrandık acaba? Yanlış yerde mi aradık gün geçtikçe daha hızlı küçülmemizin nedenlerini?

Tamam, “yenilgi yıllarının ürettiği sonuçlar” diye başlayan bildik birkaç alıntı ile Tufan’ın “geri çekilişini” anlattık diyelim (asla mümkün değil ama yakın tarihlere kadar olduğu gibi “hadi meselâ” diye başlayıp mahkûm edelim onu), amma ve lâkin çok daha bunalımlı siyasal tipleri bugün bile saflarımızda tutmayı nasıl anlatabileceğiz kendimize?

******

Telefonla son konuşmamızda yine eski anılarımızı saygı ile anarak anlatıyordu. Gurur duyuyordu “hareket” derken. Ama isimlerden kaçınıyordu tek tek. Nasıl bir çelişkiydi bu, zihindeki “devrim” düşüncesini öldürmeden sisteme teslim olmak, hangi psikolojik yıkımlar üzerine gerçekleşebilmektedir?

Yazmak gerek, tartışmak gerek, sorgulamak gerek ve bütün bunları yaparken, birbirimizi mat etmek için değil, birilerini yıpratmak amacıyla fırsat olarak değerlendirerek değil, eleştirinin bizi de acıtacağını bilerek, kabul ederek ve kendimizden başlayarak cesurca adımlar atmak zorundayız.

Bu düşünce bir “zorunluluk” olarak kabul edilmeden “devrim” iddiamızı sürdürmek asla mümkün değildir.

*****

Sevgili Tufan, seninle hayli güzel çalışmaları birlikte yaptık. Bize kattığın emek cesurcaydı, nitelikliydi. Birlikte olalım olmayalım ya da yaşayalım yaşamayalım fark etmez, Geçmişe yönelik anılarımızı senin emeğini de içeren ortak çabayla gerçekleştirdik. Güzelliklerimizde senin de büyük payın var ve çirkin yanımız bizim atamadığımız kaypak sınıfsal güdülerimizdir.

Sevgili Tufan, insanlığın özgürlük, eşitlik ve hak mücadelesinde, barış mücadelesinde, insanlığın sınıfsız toplumu yaratabilme mücadelesinde geçmişte olduğu gibi seninle yürümeye devam edeceğim.

Senin 20 Şubat 2021’de Twitter’den yaptığın çağrıyı aktarıyorum, yüreğimle katılarak bu çağrıya: “Sosyalistler, biraraya gelmeniz bu kadar mı zor? Bir araya gelmeniz için ne gerekiyor? Bu ülke elden gidiyor, yeter artık!” 

Sanmıyorum ama dilerim yanılırsın!

Bu mücadeleye kattığın emekle anılarak, sürmekte olan kavgamızda yaşayacaksın yoldaşım.

Saygılar olsun sana, ve kattığın emeğin her zerresine!


İ. Metin Ayçiçek – 13.12.2021

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑