Makaleler

Published on Temmuz 29th, 2022

0

Temmuz’u uğurlarken; bir ‘darbe’nin anatomisi | Hülya Onur


15 Temmuz gecesi gözümüz, kulağımız ‘kalkışma hareketi’, hemen sonrasında ‘darbe girişimi’ diye isimlendirilen süreçteki gelişmelerde olmuştu. Yazılanlar, çizilenler, ropörtajlar, iktidarın söylemleri…Ardından gelen çok tanıdık OHAL…derken KHK…arkası kesilmeyen tutuklamalar, bir çok kurum, okul, iş yerinin kapatılması….zindanlardaki hak ihlallerinin artarak devam etmesi…idam tartışmaları….tecavüzcülere getirileceği söylenen hadım cezaları….ne ararsak bulabileceğimiz bir durum vardı hatırlanırsa . ‘Darbeye karşı sokaklara’ fırlatılan bir güruh demokrasinin ‘d’ sinden dahi nefret eden demokrasi havarileri…iti-miti,askeri-polisi,devleti-hükümeti…at izi it izine karışmış  gibiydi diyeceğiz ama değildi. Atlar da, izler de aslında tüm gerçekliğiyle ortadaydı. Puzzlenin parçalarını bir şekilde yerleştirmeyi başaranlar, aslında bunun yüz yıllık T.C. tarihinde hiç de şaşılacak bir durum olmadığını açıkça görebilirdi.

Hakim sınıflar arasında çelişki sürekli vardır. Bu çelişkilerin ülkemiz özgülünde ortadan ‘kaldırılması’ ya da ayar verilmesi yöntemlerinden birisi de, genelde her 10 yılda bir gerçekleştirilen ve faturası halka ama özellikle ve öncelikle de muhalefet eden kesime, devrimcilere, sosyalistlere ve onların örgütlerine çıkartılmıştır hep. Faşizmin en önemli dayanaklarından olan militarizm ve onun sosyal pratikteki uygulayıcısı olan askeriye (ve kolluk güçlerinin her kanadıyla birlikte) kendi adına başarılı da olmuştur. 12 Eylül AFC’da olduğu gibi, toplumun üzerinden silindir gibi geçmiş, bu sürecin badireleri hala atlatılamamıştır. Geçmiş tarihi süreçteki darbeler de bize gösterdi ki; askeri gücün başını çektiği darbeler, 15 Temmuz ‘darbe girişimi’ gibi ‘başarısızlıkla’ sonuçlanmamıştı. 28 Şubat gibi askeriyenin başa gelmeden yaptığı darbeler de az olmadı T.C. tarihinde.. Ki, bugün AKP iktidarını ve onun başındaki tek, uzun ve kötü adamı yaratan darbelerden birisi de 28 Şubat’tı denilebilir. Ve bizim ‘darbelerimiz’ devlet NATO üyesi olduğu için ve ordunun stratejik yapılanmasından Pentagon ve Brüksel sorumlu olduğu için, ‘yerli darbelerimiz’ yerine onların referansıyla gerçekleştirilen darbelerdir de.. Yarı-feodal,yarı-sömürge olmanın bir ifadesi de diyebiliriz buna. 

Klikler birbirlerine ‘darbe üstüne darbe’ yi iyi sahnelemişlerdi. Bir yanıyla sorgulamayan-düşünmeyen Aziz Nesin’lik bir halkın olduğu ülkemiz şartlarında bu yüzdeyi sokaklara dökebilme; diğer taraftan yine mağdur edebiyatı ile eskiyen, yok olmaya yüz tutmuş iktidarı-çehreyi yenileyerek ayakta tutmanın son çırpınışları olarak kullanmayı da bildi diyebiliriz iktidar. Bu sistematiğin Türkiye gibi bir ülkeye artık yöneticilik yapamayacağını da göstermişti ama bu gelişmeler. Bir tarafta kemalistler, diğer tarafta birbirine düşen dinci-şeriatçı iki klik olan RTE ve Gülen kutupları…. Diğer tarafta yıllardır bedeller ödeyerek, onlar adına ve onlar için de mücadele yürüttüğümüz işçi sınıfı, değişik milliyetlerden ve inançlardan halklar dediğimiz toplum bileşenlerinin önemli bir yüzdesinin gericileşmesi, ırkçılaşması, cinsiyetçileşmesi, faşizme- gericiliğe sahip çıkıp, destek olması…. 

Yöneticilik krizinin her daim olduğu ülkemizde 20 yıllık iktidarları sürecinde her türlü insanlık dışı yaptırımlara imza atmış olan AKP iktidarı, bu gericiliği daha da pekiştirmiş, yükseltmiştir. Dolayısıyla devrimcilerin, sosyalistlerin her zamankinden daha çok geniş halk kitlesine yönelik çalışmalarını arttırma, hızlandırma, demokrasi mücadelesini her zamankinden daha çok devrimci dayanışmayı ilmek ilmek örerek vermesi gerekmekteydi. Kitlelerin daha da gericileşmesinin panzehirini iyi kullanmayı bilmek zorunluluğu ve misyonu vardı. 

Oysa 15 Temmuz’dan sonra TDH’nin bir bekle gör tavrı sergilediğini de görmek mümkün…Bir kesim sol-reformist partiler,örgütler, sendikalar CHP’nin yaptığı sözde demokrasi mitinglerinde boy gösterirlerken, bir kesim de geç de olsa HDP’nin organize ettiği mitinglere katılmayla sınırlandırmışlardı kendilerini..Çalkantılı süreçlerde devrimcilerin-sosyalistlerin doğru ve zamanında tavır alma, kitlelere öncülük etme gibi bir sorumlulukları olduğu bilince çıkarılmalıdır.  Bu bilinçle hareket edilmediği taktirde, yarın çok geç olacaktır doğrusunu hep söyleriz. Ama o süreçteki  gelişmeler şunu da göstermişti ki, TDH’i böylesi durumlar için hala olgunlaşmamış, durumu çok da organizeli, hazır ve süreci omuzlayabilecek güçte değildir. Bir kesim CHP’e sürecin kurtarıcısı misyonu yükleyip, onun faşist karakterini görmeden payeler biçip, yanında yer alırlarken, bir kesim de neredeyse RTE gitsin de nasıl giderse gitsin bakış açısıyla darbeyi alkışlayan rolündeydi…Bu süreç biraz da ideolojik aynı ve ayrıları da sınıf duruşları temelinde daha net ortaya çıkardı da denilebilir.  

15 Temmuz bize geriye dönük olarak bir çok tarihi dönemeçleri hatırlamamıza da vesile oldu aslında…Çoğumuz belki unutmuşuzdur, bir kesimi darbe dönemlerini yaşamamıştır dahi. Ama sadece bizde değil dünyada da bir çok örnekleri mevcuttur darbelerin,iktidara geliş biçimlerinin. Hatırlamakta fayda var.

Hitler Almanya’sından örnek vermek gerekirse:

Hitler, alttan alta örgütlenmesini yaratmaya başladığında(Mein Kampf-Kavgam ), kimse onu ciddiye almaz. Hatta ‘şair-ressam bozuntusu’, edilgen, silik, işe yaramaz bir insan psikolojisine sahip kişilik olarak algılanır. 30’lu yılların başında yavaş yavaş bu ‘silik’ kişiliğin nasıl tehlikeli olabileceğini fark etmeye başlamışlardır. Hatta yaş itibarıyla Reichtag’a başkanlık eden Clara Zetkin, bu tehlikeyi ilk sezenlerden biri olarak, Nasyonal Sosyalizm ile savaşılması gerektiğinin altını çizerek, meclis başkanı olarak çağrıda bulunur.Yaşı ilerlemesine rağmen faşizme karşı mücadele etmekte bir an dahi tereddüt etmez. Parti içinde dahi yılgınlığın, revizyonistleşmenin, savaş yanlısı politikaları desteklemenin gün geçtikçe arttığı bu süreçte o asla pes etmez.

1. Dünya Savaşı’nda burjuva feministler ‘Kızkardeşlerim,savaşa…’ sloganı atarken ve devlet-savaş yanlısı politikaları benimserken, ‘Savaş dönemlerinde grev yapılamayacağına, hükümetin ve savaşın eleştirilemeyeceğine’ dair çıkartılan geçici ‘Barış Antlaşması’na karşı çıkan Clara ve Rosa, savaş karşıtı tavır alırlar ve defalarca tutuklanırlar. Clara yine de yılmaz ve 1915’te Berlin’ de Uluslar Arası Savaşa Karşı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nı organize eder. Aranmasına rağmen, çıkar konuşmasını da yapar… Polis farkına vardığında o arka kapıdan çoktan kaybolmuştur….

1933′ ün Ocak ayında, ” Komünistlerin bir genel grevle tüm ekonomiyi işlemez hale getirerek, bir ‘devrimci durum’ yaratacakları ya da ülkede iç savaş çıkacağı konusundaki endişeler’ o derece derinleşir ki, dönemin cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, Hitler’ i Katolik Merkez Partisi ile bir koalisyon kurarak, ‘ istikrarlı bir hükümet kuracağı umuduyla’ şansölye (başbakan) olarak atar. Hitler’in şansölye atanması sadece Almanya’yı değil, tüm dünyayı felakete sürüklemenin, soykırımın da başlangıcı olur. Genel seçim kararı vardır ve Hitler’in ilk manevrası, seçim çalışmalarının da durdurulmasına bahane teşkil eden 27 Şubat 1933 Reichtag  yangınının çıkartılması olur. Yangın kundaklamadır ama akli dengesi yerinde olmadığı için doktor raporları olduğu söylenen ama bu raporların hiç bir zaman ortaya çıkmadığı bilinen,  eski ‘komünist’ lerden denilen ama aslında ‘anarşist’ olan Marinus van der Lubbe, sözde soruşturma sonunda, yangını çıkarttığını itiraf etti denilecektir.. Hitler,Hindenburg’ a bir kararname imzalatır. Anayasada var olan hak ve özgürlükler ortadan kaldırılır. Almanya komünist Partisi’ nin seçim çalışmaları,yayınları durdurulur, parlamentodaki 181 milletvekili ve parti ileri gelenleri de GESTAPO tarafından tutuklanır. Ağır işkencelerin yaşandığı günler başlamıştır artık. Nazi partisi ve milliyetçilerin partisi tek yasal partilerdir. Sonrası  hepimizin malumu. Soykırım….Savaşın ağır bilançosu, milyonlarca insanın kırımı…yıkım…gözyaşı…açlık…sürgün…tecavüzler…Kıssadan hisse…ne kadar benzeşen yanı var ülkemiz gelişmeleriyle…

Türkiye’deki  ‘darbe girişimi’ adı altında, sonradan yaşatılanlar biraz da bu tarihi süreci hatırlattı bize. Bir farkla ki; RTE’li T.C. nin Hitler gibi imkanı yok günümüzde. Yani ‘Bir Türk dünyaya bedeldir…’ ırkçılığını yapmak ve yaymakla yetiniyor. Türk -İslam sentezinin Islami yanı ağır bastığı için bunu da pek becerebildikleri de söylenemez gerçi. Tüm dünyayı hegemonyası altına alacak bir alt -üst yapıya sahip değil. Orta Doğu politikasıyla bunu kendince denemeye çalışmadı değil ama kapitalist ağaları ‘sınırı-çizmeyi aşıyorsun’ rotasını vermekte gecikmediler.

Psikopat ruhlu ‘lider’lerin, kendi çıkarları için yapamayacakları hiç bir şey yoktur. Sistem kendi içinde bunları  üretiyor, yetiştiriyor, ihtiyaç duyduğunda da halkların başına bela diye salıyor. Bizim ülkemizde  bunları iktidara kadar çıkarmakta oldukça ‘bereketli’ sayılır.. Sınır tanımazlar, kendileri gitseler dahi arkalarında büyük badireler, acılarla dolu sonuçlar, kitlelerde yıkım dediğimiz travmalar bırakarak giderler. Orta Doğu’ daki diktatörlüklerin yıkılmasında bunlara tanık olduk daha yakın zamanda. Dolayısıyla ülkemize has bu dikta rejiminin başındakiler de, benzer sonuçlara sebebiyet verebilecek potansiyeldedir.

Ülkenin her yanında ama özellikle de Türkiye Kürdistanı’ndaki şehirlerde faşizm hala barbar yüzünü göstermeye devam ediyor.. İnsanlar topluca kıyıma uğramakta, yakılıp kurşunlanmakta, kadınlar tecavüzlere uğramakta, insanlar hala korkudan yerlerini- evlerini terk etmek zorunda bırakılmakta…Devrimci- yurtsever olmak ölümlerden ölüm beğenmek anlamına gelmekte; küçücük bebeler, ‘büyüyünce terörist olacaklar’  gözüyle bakıldığından katledilmekte; yaşayabilen çocuklar erken büyümekte, çocuk yürekleriyle faşizmin kirli yüzüyle erken tanışmaktalar. İşçisi, emekçisi, öğrencisi, memuru, kadını, genci, akademisyeni, gazetecisi; kısacası bu sistematiğe muhalif olan kesimlerin durumu ve onlara yaklaşım-yaptırımlar ise ortada. Eylem Ataş’ı çoğumuz hala yüreği öfke dolu hatırlarız . Cansız bedenine 101 gün işkence yapıldıktan sonra ancak ailesine teslim etmişti devlet…Hurşit Külter’in, ‘Sağım,yaşıyorum..’ demesine dahi sevinemememiştik bunca acının içinde.. 30 yıla yakındır  her hafta Galatasaray Lisesi önünde Cumartesi Anneleri/ İnsanları, adalet ve hak nöbetlerini sürdürmeye devam etmekteler. Barış Anaları, Roboski Anaları, Gezi Anaları yaratan bir ülke haline getirildi memleketin dört bir yanı…

Siyaset bilimci Lawrense, faşizmin en temel karakteristik özelliklerini 14 maddede toplamıştı. Bunlardan bazılarını burada hatırlayalım: 

” İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi; 

Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi; 

Kitle iletişim araçlarının  kontrol altına alınması; 

Ulusal güvenlik takıntısı; 

Din ve yönetimin iç içe geçmesi; 

Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma; Aydınların ve sanatın küçümsenmesi; 

Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama; Hileli seçimler; 

Güçlü ve sürekli milliyetçilik…

Faşist rejimler,sürekli olarak vatansever şiarlar,sloganlar, semboller, marşlar ve diğer şeyleri kullanma eğilimi…; 

Emek gücünün baskı altına alınması; Düşmanların,günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması; 

Özel sermayenin gücünü koruması; 

Cinsel ayrımcılığın şahlanışı…”

T.C.’ni kuruluşundan bu yana incelediğimizde iki değişmeyen öznenin olduğunu görüyoruz.

1) Faşizm, 2) Cinsiyet eşitsizliği= kadın düşmanlığı…

Faşizm,yukarıdaki alıntılamadan da görüldüğü gibi aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerini kadın aleyhine tüm gözenekleriyle yerleştirmek, kadına yönelik yasal, kültürel, ekonomik, sosyal, dini ve özellikle de bedeni üzerinden cinsel saldırıları değişik şekillerde uyguladığı, uygulattığı sistematiğin de adıdır.

15 Temmuz gecesi sokakları dolduran erk’eklerin aslında bu devlet dizaynının erkekleşme suretinde sokaklara taşmasıydı. Dikkat edildi mi bilinmez ama kadın gözüyle bakıldığında, sokaklar erkekti..Hani diyoruz ya, ‘Her erkek biraz devlet, her devlet %100 erk’ektir…’ diye.. Öyleydi sokaklar.. Cinsiyet olarak erk’ek, ideolojik olarak devletleşmiş bir durumda, şiddeti insan boğazı keserek, erk’ekliği kanıtlama gayretkeşliği içinde ‘demokrasi’ ye tecavüz eden insan müsvettesi yaratıklarla doluydu adeta sokaklar…’ Erk’ek ne darbe ister, ne darbeye karşı durmak; erk’ek, egosunu kanıtlamak-güçlendirmek ister, darbe bahane…’ misali, bir anlamda erkek egemen iktidarın, toplumsal erk’eklik rollerinin de bir kez daha topluca sokaklara salınması, biz kadınların gözüne gözüne sokulmasıydı tüm yaşanan- yaşatılanlar… Yayınlanan videolara, fotoğraflara baktıkça insan ürperiyordu… İnsanın tanımını tekrar yapmak gerekir diyordu içinden…Öfke, kin, nefret, yoz, yobaz, kafatasçı, ırkçı, insani değerlerden zerrece nasiplenmemiş insan topluluğuydu sokaklara döktürülen…

Ellerine kına yakılarak, militarizmin kışlalarına ‘En büyük asker bizim asker…’ diye uğurlanan 18-20’li yaşlardaki çocuklar, ‘erk’ek olsunlar’ diye askere alınırken, 15 Temmuz gecesi öne sürdükleri halkın çocuklarının bir bölümünün kafaları kesilerek, vatan haini ilan ediliyorlardı. Kürt, devrimci, Alevi katledildiğinde destan yazanlar, ödüllendirilenler, okun ucu kendilerine değdiğinde nasıl da değişebiliyorlar, bu bir kez daha görüldü.

Bizim gibi geri bıraktırılmış ve dinin afyon etkisinde kalan ülkelerde erkek çocuklar üç aşamayı geçmedikleri müddetçe erk’ek olamazlar…1) Sünnet olacaksın, 2) Askere gideceksin, 3) Karhanelerde ya da hayvanlara uygulanan cinsel şiddetle tecrübe edinilse de çoğu zaman, ‘malı’ olarak zimmetine evlenerek geçirdiği kadında ‘gerdek’ gecesinde ‘rüştünü’ ıspatlayacaksın…bunlardan birisi eksik kaldığında erkeklik de problem var demektir.İktidarın sağlam olmadığına delalettir. Toplum tarafından hatta çoğu zaman da kadınlar tarafından dahi kabul görmez,’ bıçkın delikanlı’ dan sayılmazsın. ‘ karı gibi’ gülmeyecek ama ‘karı gibi’ de ağlamayacaksın..’ Erkekler ağlamaz’ bizim toplumlarda..onca kadın varken erk’eğe düşmez ağlamak…Erk’ek başta kadın olmak üzere ağlatmaya, acı çektirmeye, tahakküm kurmaya, yönetmeye endeksli yetiştirildiği ve kadını toplumsal cinsiyet rollerinde denetleyebilmek için, sistem her yönüyle kodladığı erkek aracılığıyla kadının üzerinde devlet otoritesini kendi devreye girmeden kurmuş olur böylece…Türk islam senteziyle yoğrulmuş AKP gericiliği bunu iktidarda olduğu 20 yıllık süre zarfında oldukça iyi oturttu denilebilir. 15 Temmuz  bunu daha net ortaya çıkarmış, gözümüze gözümüze bir kez daha sokmuştu.

Gericiliğin, yobazlığın en bariz yaşandığı ve çocuklara tecavüzün tescillendiği ama bunun dahi topluma kabul edilir şekile büründürülmesi Ensar Vakfı gibi kuruluşları tarafından ve üzerinden de pekiştirildi. Hatırlanırsa, 10 aylık bebeğe 10 yıl tecavüz edeceğini söyleyen devletin kolluk güçlerinden bir polis açıktan bunu söylemiş ama aynı zaman da erk’ek iktidarın kadınlara- çocuklara bakış açısının pratikteki sonucunu da göstermişti bu tecavüzcü bakış açısıyla.

Ve yine ‘ Darbe girişiminde bulunanların eşleri artık Türk milletinin ganimetidir…’ diyebilen ve bir spor klübünün yöneticileri arasında olan insan müsveddesinin sözleri de aslında, bu devletin kadına bakış açısının özetiydi. 

Bizler biliyoruz ki, adına ne dersek diyelim sistemin kendi çelişkileri- çatışkıları sonucunda yarattığı her kriz ya da buhranda ilk hedef alınan kadınlar- çocuklar olmaktadır. Savaşlarda ganimet görülmesi, alınıp- satılması, tecavüze uğraması erkek egemen sistemin bir kuralıdır. Aradan yıllar geçmiş olsa da mülteci kadınlar hala başta Antep olmak üzere bir çok kentte açıktan satılmaya devam ediyor. Kadına tecavüz, o ülkeye, inancına, kimliğine de tecavüzle eş değer görülmektedir hala. Pontos’tan, Ermeni kırımına, Koçgiri’den, Dersim kırımına, Maraş’tan, Çorum’a, 12 Eylül’den günümüze kadar, sadece emeği, kimliği değil, bedeni de ganimet görülen başta Kürt, Alevi, Ermeni,Süryani,Ezidi,Rum, Pontoslu kadınlar olmak üzere, tüm azınlıklara mensup kadınlar olarak yaşadıklarımızı, hesabını sormadan unutmak mümkün mü? 

Bu nedenle egemenler arasındaki dalaşın kızıştığı böylesi süreçlerde taraf olmayacağımız kesin. Ve biz kadınların cinsiyetinden dolayı ötekileştirildiği, tecavüze- katliamlara uğratıldığı, LBGTİ’ lerin katlinin vacip görüldüğü, çocuklarımızın geleceklerinin tecavüzlerle karartılmaya çalışıldığı, farklı inanç ve kimliklerin ötekileştirildiği, her türlü devlet şiddetinin hak görüldüğü, Kürt illerinde insanların hala katledildiği, devrimcilerin- sosyalistlerin , bu düzene muhalif olanların ya katledildiği ya göz altında kaybedildiği ya da zindanlara konulduğu bir ülkede zaten fiili darbe yaşatılıyordu. 15 Temmuz’la birlikte  AKP zihniyeti kendine yasal bir dayanak daha bulduğunu var sayarak, tecavüz, katliamlar, gözaltılar daha ‘yasal’ ve ‘meşru’  şekilde barbarca devam ettirildi. Terolar DAİŞ’ lilerle dolduruldu. Sokaklara çıkan ve askerlerin boğazını kesenlerde bunu daha bariz gördük. İstanbul Sözleşmesi ‘nden imza çekildi. Alevilerin evlerine ve Alevilerin yoğun yaşadığı yerleşim beldelerine saldırılar arttırıldı. Zindanlardaki politik tutsaklara uygulanan hak ihlalleri daha da arttırılmış durumda… Her gece yarısı oturumlarda apar topar çıkartılan yasa maddeleri ortada…Kimse tek, uzun ve kötü adamın diplomasını sormuyor artık…Suriyeliler tartışması birden kesildi…Kürt illerindeki katliamlar artık ‘ilgi’ çekmez oldu…Başkanlık sistemi ‘tıkır tıkır işliyor’ ..Gezi Parkı’na cami projesi…idamın geri gelmesi tartışmaları bilinçlice ve asıl tartışılan konu haline getirilmeye çalışılıdı. Dünün en büyük darbecisi Kenan Evren, ‘Asmayalım da besleyelim mi?’ demişti…Bugünün diktatörü de, ‘Ben niye ağırlaştırılmış müebbet almış birini yıllarca cezaevinde besleyeyim.’ diyerek, aslında bu ülkenin muhaliflerini, devrimcilerini idam aracılığıyla ve topluca katletmenin sinyalini de vermişti. 

Kendinden olmayana tahammülü olmayan bu sistem, her türlü inkar, imha ve asimilasyon yöntemlerini kullanmaktan çekinmez, çekinmiyor da. Bırakalım hak ve özgürlüklerimiz için sokaklara çıkıp mücadele etmeyi, eleştiriye dahi tahammül edemeyen bu sistematik, zindanlarıyla da korku imparatorluğu yaratmaya çalışmaktadır.  

Ama nafile; iktidarların kendi aralarındaki dalaştan dolayı ceremesini halklara çıkardığı bir süreç hala yaşanıyor olsa da, rüzgar bizden, biz ezilenlerden, sömürülenlerden yana eseceğine olan inancımız sonsuz…

Güneşin elbet bir gün bizim için de doğacağını biliyoruz..Ve umudumuzu diri tutuyor, geleceğimizi daha sağlam kurabilmenin gayreti ve azmiyle, sistemin topyekün saldırılarına karşı, topyekün direnişi köylerden şehirlere, sendikalardan gençliğe, kadınlardan LBGTİ örgütlenmelerine, memurundan emeklisine tüm zenginliklerimizle ve ortak paydamız faşizme karşı omuz omuza mücadele etme temelinde safları daha da sıklaştıracağız diyoruz.

Orta-Doğu’da oluşturulan güç ve eylem birlikleri,demokratik-devrimci- sosyalist güçlerin, kadınların, gençliği, işçinin ,emekçinin birlikte ve örgütlü güçleriyle bir arada mücadeleyi istenilen düzeyde olmasa da, bu şartlarda ,faşizmin karanlığına rağmen örmeleri buna en güzel örnek duruştur. Devrimin en ince halkasında yakılan direniş ve mücadele meşalelerini daha harlamak ve halkların hak ve özgürlükleri temelinde bu eylem ve güç birliklerini her alanda geliştirmek  kaçınılmaz zorunlulukların başında gelmektedir. Süreç savaşın dışında değil, ortasında mücadele etmeyi gerekli kılmaktadır. Nerede olursa olsun, emperyalizme, faşizme, cinsiyetçiliğe ve her türden gericiliğe karşı mücadele kıvılcımının bozkırları tutuşturacağını unutmamak gerekiyor. 

Gün sızlanma, yakınma değil, ayağa dikilme ve faşizme, gericiliğe, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe karşı  mücadele bayrağını daha yükseklere kaldırma günüdür. Ve biz kadınlar bu mücadelenin öznesi,öncüsü ve önderi olmak durumundayız. Dün Rojava’da yanan isyan ateşi, daha çok Rojavaları tetiklemeli, emeği,kimliği ve bedeni en çok tarumar edilen kadınlar  olarak da ”Yaşamın olduğu her yerde mücadele etmek istiyorum…’ diyen Clara’nın,’Vardım, Varım ve Var olacağım…’ diyen Rosa’ların azmi ve mücadeleci ruhu bize rehber olmaya devam etmelidir.  

Unutmamalı: İsimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz binlerce güzel kadın ve erkek devrimci değerimizin, bizlere bıraktığı tarihsel bir mücadele geleneği var. Bu geleneğe sahip çıkmak, mücadeleyi her zamankinden daha gür harcamakla olacaktır. Bu onlara daha fazla sahip çıkmak ve bu değerlerimizi yaşatmak anlamına da gelecektir. 

Selam olsun zulme karşı boyun eğmeyenlere…


Hülya Onur – 29.07.2022

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑