Makaleler

Published on Şubat 19th, 2022

0

Tarihten ders çıkarabilmek için, kendimizi sorgulamak | İ. Metin Ayçiçek


Ben, kendi değerlerim içinde kendi saygı ölçülerime sahip çıkarak, hakaret etmeden ama eleştiriyi de eksik bırakmadan Tayyip gibi tescilli bir hırsıza asla “sayın” demeyeceğim. Çünkü ondan bana yansıyan hiçbir değer benim bilincimde ona saygı duyulması gerekliliğini yaratmamıştır. Tam tersine henüz hırsızlığını açıklayamamış olan bir diktatör, hırsız, soygunca, yalancı sözcüklerinin hepsinin karışımıyla tanımlanabilecek bir kişiliktir.

İnanıyorum ki içinizde en kötüsü benim. Tamam. Bu nedenle aşağıdaki yazıyı kendi üzerinize almadan okuyun, yani bugüne kadar yaptığınız gibi yapın. Bu kez de ben içimi dökmüş olayım:

Önce şu “aydın” sözcüğüyle başlamak istiyorum yazıma. Hani “sorgulamak” sözcüğü üzerinde çapımın elverdiği kadarıyla sürdürdüm ya yıllardır bir çabayı; hani yıllardır evimizin süsü gibi özenerek aldığımız “tuvalet kapağını kullanım amacına aykırı bir biçimde kapatıp kapatmama alışkanlığı” üzerine durdum ya; ve “kapağı daima kapalı olması gereken tuvalet kapaklarını “açık bırakma alışkanlığının” nasıl bir sorgulama yetersizliği ya da yeteneksizliğini sergilediği üzerinden örneklemeye çalıştım ya bir şeyleri anlatabilmek için, hiç olmazsa ömrümün geriye kalan şu küçücük diliminde… İtiraf edeyim ki, başaramadım.

“Tarihten ders almak” sözünü de sıkça kullanarak yaşlı bilgeler gibi poz verdim yıllarca, ama tarihten ders alanı görmedim. “Tarih tekerrürden ibarettir” diyenleri eleştirdim “her şey değişir” diye başlayan Marksist diyalektik yöntemi anlatırken, ama içimizde süren “rekabet” çatışmasını anlamlandırmakta hayli zorlandım… Arafat’ta kalır gibi kaldım. Coğrafyamızın tutucu gelenekleri ve bütün halkımız üzerinde yansıttığı çarpık “aydın” kimliğiyle yetinirken, “ülkemin Marksist” “aydınlarının” çoğu gibi, Marks’ı eleştirenleri eleştirdim Marks’ı savunmak adına. Ve böylece “Marksizm’in bir dogma olamayacağını” söyleyen Marks’ın Marksist felsefi tezlerini yerle bir ettim.

Ortadoğu’nun İslam-Biat-Sultan kültürüyle mahvedilmiş olan aydınlarını sömürgeci Osmanlının tepeden bakan tutumuyla aşağılarken, o kültürün ürettiği bütün kültürel zenginlikleri, aynen Osmanlı ekonomi kaynakları gibi üretmeden işgalle, talanla, gaspla elde ettiğim güce dayanarak varlığını İttihatçı ideolojiden alan kaynaksız, biçimsiz bir kimlik oluşturmuşum.

Münevver sözcüğü üzerinde yazmıştım çok önceleri.

Osmanlı ve sonrasında bu sözcük “aydın” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktaydı. Oysa “tenvir” (aydınlanmak) sözcüğünden üremiş olan münevver sözcüğü “aydınlanan, aydınlanmış olan” anlamında kullanılırdı. Belki de bundan bir adım ötesini öğrenemediğimiz için bu sözcükle sınırladık aydınlığımızı. Oysa, aydınlanmış olan değil, aydınlatan için kullanılan söz “münevvir” sözcüğü idi. Bu açıklama çok mu gereksiz? Bir düşünelim bakalım, aydınlarımız neden kendini köklerinden koparır? 

*****

Pedagojiden de bilinir: “Saygı”, alınan değil “verilen” bir duygu ve değerlendirmenin sonucunun, kaynağına yansımasıyla belirlenen ve salt bir duygu hali değil, aynı zamanda güven temelli pozisyon alış halidir. Bu nedenle örneğin “büyüklere saygı duymak gerekir” sözü çocuğa verilebilecek en tehlikeli öğüttür. Saygının büyük ya da küçük olmakla bir ilişkisi yoktur. İslam öğütleri içerisinde yer alan “küçüklere merhamet, büyüklere saygı” düzenlemesinin ise, özellikle Türkiye’deki geçersizliğinin kanıtını Kuran kurslarında ortaya çıkan çocuklara yönelik taciz-tecavüz olaylarının sayısıyla yüzleşmek yeterlidir.

Örneğin bir halk otobüsünde, bir yaşlıya ya da hamile bir kadına yerimizi vermek “saygıdan dolayı” değil, yaşlı ya da hamilenin fiziksel enerjisinin korunmasına yönelik gerekli bir davranıştır. Yerimizi verdiğimiz kişinin nasıl karakterde ya da ahlaki konumda olduğunu bilmemekle birlikte yaparız bu davranışı.

Ama çoğu zaman örneğin bir yüksek bürokrata ya da yetkili bir kişiye “saygı göstermemiz, saygılı olmamız” zorunlu kılınır. Bu kesinlikle yanlış bir eğitim sistemidir. Örneğin Almanya’nın eski diktatörü Hitlerin ahlaki ölçülerini bilmeden de, salt gerçekleştirdiği savaş ve katliamlarla bile dünya halklarının bütününün haklı olarak nefretini kazanmış olması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olan zat, bütün ahlaki değerleriyle ve davranışlarıyla saygıyı değil, öfkeyi, nefreti, hatta yakınında olmanın bile kişilik ve karakter kirliliğine neden olabileceği bir kirlenmeyi temsil etmektedir. Ona “sayın” diye hitap etmek ise,  insanlığın günümüze kadar yarattığı bütün ahlaki değerleri reddetmek anlamına gelecektir. Bu, bir devlet başkanına “gösterilmesi gereken” kaydıyla zorunluluk olarak saptanmış bir tutum olmamalıdır, olamaz da. Çünkü Tayyip Erdoğan ilgili literatürde yer alan hiçbir gerekçeyle saygıyı hak eden bir canlı olamaz. Ve hangi gerekçeyle olursa olsun ona “sayın” diye hitap eden bir kişinin ahlakının da onunki gibi olduğunu düşünmemem asla mümkün değildir.

“Ama bu bir devlet geleneğidir” diye itiraz edilecek olursa, sahtecilik yapılmamasını; bu zorlamanın, egemenlik-bağımlılık ilişkisinin zorunluluğundan kaynaklanan, diktatoryal bir davranışa boyun eğmek anlamına geldiğini hatırlatmak gerekir.

Ben, kendi değerlerim içinde kendi saygı ölçülerime sahip çıkarak, hakaret etmeden ama eleştiriyi de eksik bırakmadan Tayyip gibi tescilli bir hırsıza asla “sayın” demeyeceğim. Çünkü ondan bana yansıyan hiçbir değer benim bilincimde ona saygı duyulması gerekliliğini yaratmamıştır. Tam tersine henüz hırsızlığını açıklayamamış olan bir diktatör, hırsız, soygunca, yalancı sözcüklerinin hepsinin karışımıyla tanımlanabilecek bir kişiliktir.

CHP liderine de asla saygım yoktur. Çünkü, “bana ‘saygı’ duyduğun kişiyi söyle, senin rol-model olarak hedeflediğin karakteri söyleyeyim!” Tayyip’e “sayın” diye başlayan bir konuşmanın hatibi, bunca zulmün, acının, kitlesel katliamların, yolsuzluk ve hırsızlığın, ahlaksızlığın, gasp ve soygunun baş aktörüne “sayın” diye hitap etmek, “diplomatik dil, ya da saygılı tavır” gösterimi olarak değil, ahlaki bir tercih olarak değerlendirilmelidir.

******

Öğrenmenin yaşı yoktur. Ama “biz aydınlar” kendinden menkul “değerlere sahip olduğumuza” inandırılmışızdır.

Geçtiğimiz günlerde, bir yazı başlığında yer alan bir sözcüğü Avrupa Demokrat’tan Hüseyin Şenol özel bir notunda benimle paylaşmış ve başlıkta yer alan “İnsanat Bahçesi” sözüne yönelik eleştirisini aktarmıştı. Bizim aydınlarımız her şeyi kendi bilir; ben de böyle olduğum için sanırım, hemen bir notla bildirdim Şenol’a bu isim tamlamasını yanlış yorumladığını bildirdim. “İnsan” sözcüğünün çoğulu “insanat”tır falan filan… Ve Şenol hemen çok kısa, mütevazi bir not ve kaynak gönderdi.

“Ahh biz aydınlar!” Tarihe bu kadar önem veren bir kişi olarak böylesi bir bilgiye sahip olmamak mümkündür, olabilir. Ama bu bilgisizliğin bilgisinde olmamak kişinin kendi yanlışıdır. Biraz bozuldum elbette, hep ben öğretirdim oysa, hafif de olsa tepki bile duydum içimden.

Yıllar önce yazmıştım: Bizim yaşımızdaki “eski önderler” günümüzde hiçbir kurumda önderlik yapmamalıdırlar. Çünkü istesek de önder olamayız. Sanırım yeni kuşak bizi çoktan aştı. Örneğin, eski yoldaşlarımızı kaybederken “ışığı bol olsun” falan gibi içeriği olmayan sözcüklerle kendini avutan birilerine karşın, bizden bir sonraki kuşak diyebileceğimiz kuşakların bizi aşan refleksleriyle, yoldaşımız Saynur Çetiner’i Türkiye’de ve Yavuz Kaya’yı Almanya’da onurlarına layık bir törenle defnettik.

Necati Akın, Hıdır Güneşer ve Hüseyin Şenol hemen örgütlenerek Yavuz yoldaşımızı bütün yoldaşlarıyla son kez buluşturarak, onurlu bir görevi gerçekleştirdiler.

Bu göreve soyunan üç arkadaş, geçmiş birliktelikler adına bu işe sarılırken sayısını aklımda tutamadığım kadar fazla sayıda eski yoldaşımız da bu çabaya katkılarını, duygularını katarak “yoldaşlığın ne anlama geldiğini” gösterdiler. Hepsini saygıyla, sevgiyle, coşkuyla selamlıyorum. Belki de çoğu artık bizi birleştiren örgütlerin şu veya bu parçasında yer almıyorlardı. Hatta farklı siyasal yapılardan da ilişkileri bu çabaya ortak oldular. Ama ortak verilmiş bir emeği yerde bırakmadılar, sahiplendiler.

Açık söyleyeyim, çok uzun zamandır böylesine güzel bir dayanışma-buluşma-ortaklaşma görmedim.  Örneğin Hıdır gibi, Vartolu Kürt yoldaşımız Yavuz, uzun bir zaman önce “Kurtuluş” örgütlenmesinin adından “Kuzey Kürdistan” sözcüğünün (KK) çıkarılmasından sonra o örgütsel yapıdan ayrıldığı halde, onun tüm yoldaşlarının onunla birlikte olma çabası yaşamımın bu aşamasında nadiren görebildiğim en güzel hareketlerden biriydi. Sağ olun yoldaşlarım. Hepinizi yüreğimle öpüyorum.

*****

Sorgulama demişken, “doğal önderlik” sözüne de çok takıldığımı biliyorum. İşçi sınıfı ile çok ilişkimiz olmadığı için, elbette içinde yer aldığımız sınıfsal kültürün kavram oyunlarıyla da ilgili ölçü geliştirdik galiba kendi kendimize. Tarihte kim kullanmıştır bu terimi, neden kullanmıştır, nasıl kullanmıştır bilmiyorum ve hiç de umurumda değil. Ama işçi sınıfı iktidarını kurmak amacındaki bir politik yapının önderliğinin “doğal” olmak gibi bir özelliğe dayandırılmasının gerçekte, bir “aydın” uydurması ya da hilesi olduğunu düşünmem çok mu yanlıştır. Kimdir doğal tanımı içinde yer alanlar? O koşulların içindeki en “ileri” olanlar? Neyde en ileri olanlar? İdeoloji, teori vb. Yani başlangıcı daima eğitimle kazanılacak özellikler.

********

Bir garip propagandadır sürüp gidiyor. Ne zamanki “Kürt” sözcüğü dillendiriliyor, hemen arkasından gelen ilk söz “terör” olmaktadır. Elbette “terör” sözcüğünün öznesi ise PKK ile oluşturulmak istenmektedir. Ve tarihsel bilinci toptan yok edilmiş ve okuma alışkanlığı kaybettirilmiş bir toplum olan Türk toplumu, bütünüyle kurgu olan öykülerle kimlik edinmeye çalışmaktadır. Ve “ulus kimliği” derme çatma oluşturulan “Türk Ulusu”, bu kimliğin içini doldurabilmek için abartılı iddialardan uzak durmamıştır. Bütün çalışmalar Türk ulusunun varlığını ve öteki uluslardan üstünlüğünü kanıtlamak ve Anadolu-Mezopotamya topraklarının yerleşik en eski halkı olduklarına herkesi inandırmaktır. Ve bugün işgal altında tutulan Kuzey Kürdistan halkının esaretten kurtulma çabalarına yaklaşımı, bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin de gelişimini engelleyen, boynuna asılmış bir değirmen taşıdır.

İlginçtir ki sömürgeci-işgalci, kadın katliamlarının, çocuk istismar ve tecavüzlerinin örgütleyicisi olan Diyanet İşler Başkanlığı isimli soygun şebekesine bağlı olarak (yasalar fiilen yok sayılarak) kurulan Şer’iye Mahkemeleri; Mehmet Ağar gibi gırtlağına kadar boka batmış bir cinayet örgütünün, eroin şebekeleriyle birlikte kurdukları Saray Saltanatı (SS)… Yani bütün bileşenleriyle haramiler kabilesi bir devlet olarak Türk Cumhuriyeti sömürgeciliği sürdürmekte inat ederken, zulme uğramış toprakları elinden alınmış sömürgeleştirilmiş, ama o toprakların dili ve yüreği olan elleri öpülesi analar sayesinde, dilinin ve kimliğinin çökertilmesine yüzyıllar boyunca direnmiş ve bugün de evlatlarını bu onurlu mücadelede kaybetmenin acısına rağmen zafere kadar bedel ödemeye hazır bir halkın varlığı…

Şimdi şu soruları sormak gerekir:

Varlığını ancak emperyalizmin önüne koyduğu birkaç kemikle sürdürmeye çalışan Osmanlı artığı bir devletin, kimlik özgürlüğü talebinde bulunan sömürge Kürdistan’ı elinde tutma inadı, çok sayıda halkın birlikte yaşadığı Anadolu-Mezopotamya topraklarında bir halüsinasyon olarak yaratılan “tek uluslu Türk devletinin” kendi beyninde ve sadece “devlet eliyle ‘tek’ ulus kimliği yaratma” inadı… Yani kuruluşundan itibaren beyninde başkalarının değil kendisinin yarattığı, beslediği, büyüttüğü bir urdur. Ve “Türk” halkı, Kürt, Laz, Rum, Çerkes, Arap, Asuri-Keldani, Ermeni ve diğer bütün halkları ve İslam dışı sayılsa da mevcut bütün inançlarla eşitlik ve birlikteliği “İmanın 1. Şartı” olarak ve insan’ın bireysel yaşamında var olmanın yüklendiği temel misyon olarak bu adaleti sağlamaya yönelik görevler ve çabalar olarak belirlemediği takdirde, bu uru temizlemek mümkün değildir.

Sömürge Kürdistan halkının yeniden dirilişi ve özgürlük için ayağa kalkışının başarılı mimarı PKK ne istedi? Hiç önemli değil bu soru! Çünkü Allah’a tapındığı iddia edilen Türk modeli İslam, bu İslam’a “sultana kayıtsız şartsız biat” kültürünü aşılayarak, fiilen kula tapınmayı gerçekleştirip artık İslam olmaktan çıkmış bir din yaratmıştır. Örneğin resmî devlet İslamı “Kerhane” çalıştıran Adnan “hoca”yı, sahibi olduğu TV kanalından yaptığı (kabaca sapıklık olarak tanımlanan) açık yayınlar ile yaratılmak istenen “yeni din” buluttan nem kapan ve bulutu cezalandıran, iktidar karşıtı muhalefete göz açtırmayan RTÜK adlı devlet kurulunun ya da şu milyarder Şeyh-ül Haram Hıyanet İşleri Başkanı denetiminden nasıl oldu da kurtuldu?

Kuzey Kürdistanlı Kürtler ve PKK hareketi “devlet olarak küçülme” değil, savunuyor çünkü tek tek ama tümüyle birlikte “insan olarak büyüme”yi esas olarak alıyor.

SORU 1: PKK Terörist midir?

Bu sorunun soyut yanıtları, dünyada egemen olan politik sistemlere bağlı olarak verilir.

PKK, sadece toprakları değil ama aynı zamanda “kimlik” sözcüğü içinde yer alan bütün değerleri sömürgeleştirilmiş; resmî kayıtlarda bile 17500 faili belli katliamın her gün yeniden yaşatılmaya çalışıldığı; sadece dağda değil, Diyarbakır, Cizre gibi sömürgeci işgal altında bulunan kentlerde bile sivil halkın TV programlarıyla göstere göstere yapılan katliamlarıyla da bilinen bir coğrafyada, işgal altındaki Kürt ulusunun varlığını savunurken, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan çok da fazla bir şey istemedi. Bunu 2005 yılında ünlü Diyarbakır konuşmasında kabul eden Tayyip, bugün katliamlarının gerekçesi olarak öne çıkarıyorsa, ve bu konuda (Kürt ve diğer halkların vergileriyle de beslenen) devletin askerini, polisini ölüme gönderiyorsa, terörist odur ve yandaşlarıdır elbette. .

Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ilkesi, komünistlerin değil burjuvazinin ortaya atıp savunduğu bir taleptir. (Ve bu talep bence Kürt iradesiyle ortaklaşabildiğim asgari taleptir; kendi talebim ise, dört parçanın da birleştiği bağımsız demokratik Kürdistan devletidir.)

PKK terörist değildir, hiçbir zaman da olmadı? Bir Ulusal Kurtuluş Hareketi’dir. Ve bu görevini yaparken, devrimciliğimizin ilk yıllarında yüreğimizin büyük yangısı olan Kuzey Vietnam’ın işgaline duyarlı kalıp, Kuzey Kürdistan’ın işgalini görmezlikten gelen demokrat, devrimci şöyle kalsın, insan olabilmek mümkün müdür?

 Peki, bu konuda muhalefet partileri (!!!) iktidar partilerinden farklı bir şey söylüyorlar mı?

Hayır! Çıkarları için yapsalar da, oyuna getirseler de, tuzak kursalar da AKP bir dönem istisna olaylar dışında tek askerin ya da korucunun öldürülmediği bir “Çözüm Süreci”nde, yol göstermek, güvence sağlayarak içinde yer almak ve ülkeyi askeri vesayetten kurtarmak görevini öne çıkarmak yerine, Ergenekon’cuları savunmak gibi dehşet bir cinayet örgütüne ittifakını tazelemiştir. Çünkü altı okun bütünü anlamlarından koparılıp silah haline getirilmiştir. Hep Deniz Baykal’a saldırmak yetmez, Cezaevi Katliamlarının emrini veren Karaoğlan Ecevit’in bu tarihin yazılmasında en büyük bölümü üstlendiğini nasıl unutabiliriz.

PKK uluslararası arenada “terör” örgütü olarak listelere geçti. Listeler devlet kurallarına ve yasalarına göre oluşturulmaz. Öyle olsa idi, PKK, devletlerin onur listelerinde yer alırdı. Listeler ülkeler arası çıkarlara bağlı olarak oluşturulur, bir örgütün karakterine göre değil. Eğer örgütlerin karakterlerine göre olsaydı Ortadoğu’yu DAİŞ belasından kurtaran (bugün de dahil) PKK onur ödülü alırken, DAİŞ ile kurduğu ilişkiler (Silah göndererek destek olmaktan eğitimlerinde rol almaya, TC topraklarında yuvalanmalarına, DAİŞ’li katilleri legalize edebilmek için hukuksal “kolaylıklar” yapmalarına destek veren TC Devleti Savaş Suçluları Mahkemesinde iktidar-muhalefet demeden yargılanırdı.

 ******

Şu sayın meselesini de somut bağlayalım. Hiç kimse bana, benim saygın bulmadığım bir kişi için (nezaket gereği de olsa) “sayın” dememi isteyemez.

SORU 2: Ahlaki yapımıza destek verebilmek için, kimlere “sayın” denilebilir?

Yanıt: Karnını doyurmak için değil, mülk sahibi, daha çok mülk sahibi olabilmek için “hırsızlık” kapsamında yani “güç kullanarak el koyma”, “şantaj yoluyla bir şeyler isteme” ve benzeri eylemler, yani Soysuz bir içişleri bakanının yaptığı eylemlerin yaklaşık yarısı vicdani, ahlaki ve insani değildir. Bu tür varlıklara “sayın” demek bir toplumun değerlerini kökünden dinamitleyerek yanlış yola sürüklemek anlamına gelir.

Örneğin, Müslüman olduğunu iddia ederken çocuklara da ölüm dahil her türden acı çektiren Tayyip asla saygın bir insan olamaz. Tersine “diplomasını” kanıt olarak göstermediği sürece yalancıdır.

Örneğin, nasıl öldüğü bir sır olan, uluslararası mafya liderlerine kadın pazarlayan uzman Dursun Kuzu’nun hukuk profesörü olduğunu düşünmek bile hukuka, adalete saygısızlıktır. Türk diktatör hukuku paçavraya çevirmek için bu karaktersizi seçmesi hiç de rastlantı sayılmamalıdır.

Ama, örneğin Sayın Abdullah Öcalan, Sayın Demirtaş, Sayın Aysel Tuğluk, Sayın Ceylan Önkol ve onların yanında yer alan her bir Türkiyeli devrimci, yani Eylemler, Ulaşlar ve Aziz’ler çok saygın insanlardır.

Evet, dünya halklarının özgürlüğü için savaşan (hangi ülkeden olursa olsun) komünistler, sosyalist devrimciler, tutarlı demokratla… Hepsi sayındır.

“Gerçekten bir sorum var: Zemzem kuyusuna işeyen adam” desem aklınıza ne gelir? Bir sapık gelir elbette? Peki, bu sapığın soyadı “soylu” olursa bu soy ismini anar mısınız? Hayır, elbette hayır. Çünkü soysuz soysuzdur.

**********

Yazarın notu: Bu yazının ilk versiyonu benim yanlışlığım nedeniyle bir yazı olmayan ön notları ve alıntıları, kaynakları içermekteydi. Benden kaynaklanan dikkatsizlik nedeniyle yanlış gönderildi. Okurlardan özür dileyerek yazının aslını tekrar iletiyorum. Saygılar.

İ. Metin Ayçiçek – 19.02.2022

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑