Söyleşiler

Published on Ekim 7th, 2020

0

Sinan Öztürk: Okumamak kaybettirmez ama okumak kazandırır!


Yazar, şair Sinan Öztürk’le son romanı “Zor Yıllar” üzerine söyleşide bulunduk.

Söyleşi: Hüseyin ŞENOL

Sevgili Sinan, öncelikle neden Zor Yıllar?

İnsanların da toplumların da hayatlarında zor yıllar vardır. Bazen bu yıllar çakışırlar. Bazen de herkes kendi zor yıllarını yaşar. Romanımda kendi zor yıllarını yaşayan insanların hayatlarına yer verdim. 90’lı yıllar dünyada da zor yılların yaşandığı dönemlerdi. Sosyalist ülkelerin dağılması ve ardından yeni dünya düzeni dayatmasıyla alt üst olmuş yeni dengeler hepimizin yaşamlarını etkiledi. Romanımda bu siyasal alt üst oluşlar, o dönemler politik mülteci olarak Almanya’da yaşamakta olan Ali İhsan’ın ağzından bolca anlatılmaktadır. Bu anlatılar oldukça samimi ve gerçekçidirler. O dönemlerde birbirimize söyleyemediklerimizi Ali İhsan, bir yandan da iç çekerek, eleştirerek dile getirmektedir. Bunun yanısıra romanda yer alan başlıca iki karakter daha vardır. Zarife ve Yusuf. Bu insanlar gençtirler; Yusuf’un Almanya’daki ilk yıllarıdır. Zarife ise çocuk yaşta Almanya’ya getirilmiştir.

Kitabımın arkasındaki paragrafla kısaca zor yılları özetlersem şunları söyleyebilirim: “Roman, insanın kendi ruhuna denk düşmeyen bir ülkedeki çaresizliğini, yalnızlığını ve yabancılaşmasını ön plana çıkarırken, bunun birey üzerindeki yıkımlarını derinlemesine ele alarak aynı zamanda bir hesaplaşmaya ışık tutuyor.” Zor yıllar bir yandan benim de zor yıllarıma atıfta bulunuyor. Ben de romanda geçen dönemlerde Almanya’ya gelmiştim.

Kitabındaki karakterler mi konuyu belirledi, yoksa konu mu karakterleri belirledi?

Aslında karşılıklı bir belirleme diyebiliriz. Bana düşen kurguyla karakterleri iç içe geçirebilmekti. Bir ırmağın yolunu düşünelim. Buradaki iç içelik nasılsa kitabım da buna uygundur diyebilirim. Irmağın içinden geçtiği topraklar da aynı zamanda ırmağın yolunu ve yönünü belirler.

Anlatım tarzın çok gerçekçi. Bu romanın da daha önceki romanın “Anısı Bizdik Bu Kentin” de oldukça gerçekçiydi. Okurken kitapta anlatılan her şeyin cidden de geçmişte yaşanmış olduğu hissine kapılıyor insan. Bu senin için iyi mi kötü mü?

Bir yanıyla iyi, bir yanıyla kötü. İyi olması şu nedenle: Anlatmak istediğimi öylesine anlatmışım ki, bunu öyle iyi başarmışım ki okur tüm okuduklarının hayatın bir yerlerinde saklı kaldığını düşünüyor. İlk romanımda cidden de yaşanmışlıkların da içinde olduğu, kitaba deyim yerindeyse yedirildiği bir alt örgü de vardı. Ancak bütün figürler, konular, dönemler bana ait kurgulardı. Bana düşen ortaya görünür ve anlaşılır bir resim çıkartmaktı.

Kötü olması ise şöyle: Elbette romanlarımı hayal dünyamla yazıyorum. Örneğin Zor Yıllar baştan sona hayal ürünü bir çalışma. Kurgu ve karakterler tümüyle bana ait. Buna rağmen, en azından çevremdeki okurlar karakterlerin gerçekte kim olduklarını öğrenmek istiyorlar. Oysa bunların hepsi tasarım. O zaman şunu düşünüyorum: Ne oluyorda okurlar okuduklarının hayal ürünü değil de gerçek olabileceğini düşünüyorlar. Ya benim hayal gücümün gelişmemiş olduğunu düşünüyorlar ya da bunun tersi, oturup birilerinin hikayelerini toplayıp yazdığımı düşünüyorlar. Yani bir açıdan iyi bir açıdan kötü benim için.

Bu romana, yalnızlıkların yeniden yalnızlık ürettikleri bir yaşamın romanı da diyebilirim sanırım. İnsanlar neden yalnız sence? Ya da insanlar yalnız mı?

Yalnızlık, üzerine kısa konuşulabilecek bir kavram değil. Ben kitabımla sınırlayarak konuşacak olursam, cidden de ruhumuza denk düşmeyen bir ülkede yaşıyoruz. Burada sosyalleşebilmek için, insanın çok daha fazla çaba harcaması gerekiyor. Çünkü yaşadığım ülkede benim gördüğüm kadarıyla insan ilişkileri oldukça yüzeysel, derinliği olmayan toplumsal bir altyapı üzerinde seyrediyor. Sorun aynı zamanda Almanların, aynı zamanda Alman olmayanların yaşadığı, kapitalist üretim ve tüketim biçimin her noktasında hissedildiği, yaşamın toplamında. İnsanlar komşularını tanımıyorlar, gidip gelmiyorlar, birbirleri hakkında önyargıya sahip olmaktan başka bir bir şey bilmiyorlar. İnsanlar komşularının ölümünden bile haberdar olmuyorlar. Herkes kendi dört duvarının arasında, atomize olmuş hücre yaşantıları sürdürüyor. Aynı çatı altında kalınsa bile hele de bu çağda iletişim kurmak, birbirini anlamak, empati kurmak, birbirinin derdini dinlemek, yarasına merhem olmak gibi erdemli davranışlar toplumsal yaşamdan elini eteğini çekmiş durumda. Tüm bu durumlar insanların, hele de yalnız yaşıyorlarsa, yaşamlarını giderek anlamsızlaştırıyor, insanlar giderek o yaşamın içine gömülüp gidiyorlar. Sosyal izolasyon çok önemli toplumsal bir sorun haline gelmiştir çoğu Avrupa ülkesinde.

Romanda, Zarife ve Yusuf kendi yalnızlıklarından kurtulmak istiyor ve bir araya geliyorlar. Ancak o birliktelik de başka bir yalnızlık daha doğuruyor: İki kişilik bir yalnızlık. Diğer karakter Ali İhsan da yalnız yaşayan bir insan. Roman üçünü bir araya toparlamaya çalışıyor. Ancak dediğim gibi, yalnızlık çok boyutlu bir tema.

Neden bu roman? Yazılmasa neyi kaybederdik, yazılınca neyi kazandık?

Hayatımda iki önemli ülke var. Türkiye ve Almanya. Türkiye denince de doğup büyüdüğüm, şekillendiğim, belirlendiğim kent Trabzon. Bu iki memleket bir bakıma beni kıskaca almıştı. İlk romanımın arka planında Türkiye, haliyle de Trabzon vardı. Bu romanımda ise Almanya var, o kentte yaşamadığım halde Köln var. Ama pek de uzak değilim Köln’e. Ancak gelenek açısından orada geçmesi gerekiyordu. Yani Ali İhsan’ın evi, kitaplık ve o kitaplığın hikayesi en çok Köln’e uyabilirdi. Ancak Köln de kitaba damga vuracak bir şekilde değil de, ortalamayı yansıtacak şekilde ele alındı. İki romanda da iki parçayı ana hatlarıyla, sosyal psikolojisiyle ele almaya çalıştım. Şimdi artık özgür sayılabilirim. Çünkü her ikisine de bağlı kalmadan çalışmalar yapabilirim.

Neyi kaybederdik? Hiçbir şeyi kaybetmezdik. Aslında hiçbir romanı okumamak bize bir şey kaybettirmez, ama okumak kazandırır. Ben kazandırmaya çalıştım.

Örneğin Almanya’yı tanımayanların gözündeki Almanya’yı belki biraz daha gerçekçi olarak ele aldım. Tanıyanlar içinse, söyleyemediklerini, inkar ettiklerini, yalnızlıklarını ve ruhlarının eridiğini gözlerine sokmaya ve onları bunu itiraf etmeye zorladım.

Ali İhsan’sa sırtında Türkiye’yi taşıdığı için ve siyasi bir figür olduğu için farklı bir misyon üstlendi kitapta. “Sol kırılır, sol içinde kalır!” demeden, samimi yaklaşımlarla solun gözüne parmağını sokmaya çalıştı.

Son olarak, okunmaya değer, olması gerekeni değil de olanı akıcı bir dil ve anlaşılır bir yazımla anlatan bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Sinancım söyleşi için teşekkür ediyorum.

Ben de sana ve tüm Avrupa Demokrat emekçilerine teşekkür ediyorum.

Kitap siparişleriniz için:

DOST Kitabevi

Münsterstraße 17, 44145 Dortmund

Tel:+49 231 86 34 941 – Fax: +49 231 86 34 942

e-mail: info@dostkitap.com


Hüseyin Şenol – 07.10.2020

Tags: , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑