Makaleler

Published on Ocak 19th, 2022

0

Nazım’ı eleştirememenin ağırlığı | İ.Metin Ayçiçek


• Nazım Hikmet, benim için çağının en büyük birkaç şairinden biridir. Elbette öyledir. Ama böyle olması, onun eleştirilerden muaf tutulması için asla gerekçe olamaz…
• Eleştirim, o muhteşem sanatının içinde yüreğimi, beynimi acıtan ulusalcı eksiklerinedir…

Her diktatörün büyük bir coşkuyla savunduğu “aklın yolu birdir” gibi akılla çelişen sözler zaman zaman büyük itibar görebilmektedir. Böylesi açık bir yalana inandırılmaya çalışıldığı zihinsel tuzaklar, özellikle günümüz medyasının da biricik yöntemi haline geldi. Ve bu olmadan, her türden eylemini böylesine açıktan sürdürebilen bir Soysuz-Hırsız Çetesi’nin nasıl Türkiye’yi 20 yıldır yönetebildiğini anlayabilmek mümkün değildir.

Günümüz soysuzlar ve hırsızlar ittifakının oluşturduğu İslamcı haramiler sisteminin yarattığı insan kirliliğinden kurtulamamak, gelecek açısından, dünyanın en tehlikeli virüsü olan Tayyip iktidarının yıkımından daha büyük yıkımlara neden olabilir. Yarım yüzyıldır edindiğimiz deneyim göstermektedir ki, çağımızın acımasız sistemi olan neo-liberalizmin toplumun her alanında yarattığı kirliliğin yok edilmesi ancak Türkiye sosyalist hareketinin birlikte vereceği mücadele ile gerçekleştirilebilir.

Bu amaca yönelik çaba yükseltilerek, özellikle sanatta bilimde düşünsel üretimde yeniden toplumsal etki gücünü sağlayabilirse, hiçbir diktatörün direnme şansının olamayacağını biliyoruz. Bunun için ilk adım ise, Marksizm’in en üretici yeteneği olan var olan gerçeğin bütününü, her an, her zaman yeniden, yeniden, yeniden eleştirel bir perspektifle sorgulamaktır. Komünistlerin en önemli özelliklerinin, kurulu toplumsal, düşünsel, sanatsal, bilimsel tüm yaşamı kucaklayan düşünsel sistemlerin bütününün “değişim” amacıyla yeniden yeniden yeniden kurgulanıp, bu beceriyle yeniden yeniden yeniden sorgulanarak oluşturulması gerçeğidir. Ve bu özelliğin aşındığı, zedelendiği dönemlerde, bize bu görevin kesinlikle ve hızla gerçekleştirilmesi sorumluluğunu yüklemektedir. Bu görevin hakkıyla gerçekleştirilebilmesinin tek yolu vardır: Kurulu sistem düşüncelerinin bütününden arınarak Komün’e giden yolu açmaktır.

*****

Sosyalistlerin, sadece, bilimsel ya da politik alanlarda değil ama aynı zamanda sanatın bütün dallarında da bilgiye sahip olmaları beklenir. Bu beklenti elbette tarihsel dayanaklara sahiptir. 60’lı yıllardan itibaren, özellikle 1961 Anayasa’sının getirdiği nispî yasal kolaylıkların da katkısıyla solda kültürel üretim alanlarına yönelik ilginin ve üretimin çok artması, artık, “devrim”e verilen önem kadar öne çıkmaktaydı.

Türkiye sol hareketinin, halk kitleleri içerisinde aktif yer alması ve “aşağıdakilerin” yaşamları üzerine “kitlelerin içinden” bilgilenme sürecinin yaygınlaşması, sosyalist ideoloji içerisinde popülizmin etkilerini artırsa da, sosyalist düşüncenin toplumun alt sınıflarında bir “kurtarıcı” rolüyle benimsenmesine neden oldu. Bu dönemde Türkiye toplumunun kültür-sanat üretimine sosyalist sol damgasını vurmaktaydı. 80 darbesi sonrasında ise, solun ve elbette onunla birlikte toplumun bütününün kültürel alana ilişkin üretimi alt sınıflarda din gibi metafizik alanlara kapatılırken, üst sınıflar bütün yetenekleriyle post-modernizm gibi akımları teşvik ederek buradan beslenmeye çalışmaktaydı. Bu süreç sadece Türkiye’de değil ama dünyanın “azgelişmiş” olarak tanımlanarak emperyalizmle olan egemenlik-bağımlılık ilişkisi maskelenen çok sayıda ülkesinde aşağı yukarı benzer biçimlerde sürdü.

Günümüzde sol, kültür-sanat alanında öncülük ve üreticilik niteliğini -bütünüyle olmasa da- daha çok toplumu kucaklayamayan kişisel anı romanlarıyla sürdürülmeye çalışılsa da, toplumsal ilginin yaratılmasında henüz eski ağırlığını kazanabilmiş değildir. Türkiye Solunun çeyrek asırdır, kültürel üretim alanında bir kısırlık yaşadığı söylenebilir.

*****

Buna karşın aynı coğrafyada, örneğin Nazım Hikmet gibi ünlü şairlerin bile görmediği ya da görmezlikten geldiği sömürge Kürdistan’da sürdürülen müthiş özgürlük mücadelesi, adına uygun bir kültürel atılım yaparak, Kuzey Kürdistan sınırlarını hayli aşıp, Avrupa dahil, dünyanın birçok ülkesinde ilgi kaynağı haline gelebilmiştir. Emperyalist paylaşım savaşlarının Ortadoğu’daki mutlak egemenliğinin önemli bir engelidir Kürdistan. Bu nedenle son Dünya savaşının bitiminde Mezopotamya’nın en eski yerleşiklerinden olan Kürdistan adlı Kürt coğrafyası 4 ana parçaya bölünerek hegemonya altına alınmıştır.

Sömürge yaşamı altında ne kadar yok edilmeye çalışılsa da, Kürt halkının, asla görünürlüğü silinemeyecek güçte ve etkide, zengin bir kültürel birikimi vardır. Nazım Hikmet’in İstanbul’dan eski ve çok yakın dostu Kamuran Bedırhan ve Celadet Ali Bedırhan ile Hawar dergisi çatısı altında birlikte çalışan efsane isim Cıgerxwîn (Cigerhun)’un sözleri, Nazım çağında da sonrasında da Kürdistan’ın bütün parçalarında kardeşi Nazım Hikmet’e sesini duyurmaya çalışıyordu: 

“Ey Karker Bıbın Yek!

Karkerê Kurd tev lı karın. / Dest bı dar û tevr û bêr / Wek xebatkarê cihan ew / Tev dı cengê mêr û şêr / Ev cıhan gada me ye. / Ev cıhan gada me ye / Her dıvê bıbne yek / Wek bıra bın wek bıra / …  / Ev dema azadi ye! / Ev dema azadi ye! / Yan xweşi û yan reşi / Her dıvê em bıbne yek / Her dıvê em bıbne yek / Wek bıra bın wek bıra !

Ey İşçiler Birleşiniz!

Birlikte çalışıyor Kürt işçileri,  / Ellerinde sopa, kazma ve kürekleri. / Tüm dünya işçileri gibi çalışıyor, / Hep beraber yiğitçe kavga veriyor! / Bu dünyada meydan bizim. / Bu dünyada meydan bizim.  / Hep beraber birleşiniz, / Çünkü hepimiz kardeşiz / … / Bu çağ özgürlük çağıdır / Bu çağ özgürlük çağıdır / Hep beraber birleşelim! / Hep beraber birleşelim / Birleşin kardeş gibi !..

Ne yazık ki yüzyıl boyu bu sese sarp dağlardan başka yüreğiyle yanıt veren olmadı. Ta ki sesler, elinde Kawa’nın demir balyozuyla Dehak’lara karşı direnişe dönüşene kadar!

*****  

Nazım’ın şair olarak öne çıkan büyük ünü, şiirleri üzerine yapılacak derin analizleri de, onun politik duruşuna yönelik eleştirileri de engelleyebilecek bir boyutta etki yaratmaktadır. Ama buna rağmen, eğer komünist hareketler yeni bir dönem için atılım yapmayı hedefliyorlarsa, bunu, kendi kızıl renkleriyle yeniden ortaya çıkarabilmeleri için her şeyi sorgulamak zorundadırlar. Egemen ulus refleksiyle ortaya çıkabilecek üstü açık ya da kapalı her türden düşüncenin yüzyıllar içerisinde hazırlanmış büyük zihin oyunlarına dayalı tuzaklar olduğunu bilmekteyiz. Bu tartışmaları birlikte üreterek ve birlikte büyüyerek sonuçlandırmayı beceremeyen siyasal grupların, ezilen halkların ve işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirmek, yani devrim yapmak iddiaları inanılması mümkün olmayan ama dinlemesi haz veren çocuk masalları gibidir. Bu masallar, sergilenen düşüncenin saflığından dolayı çocuklarımıza katılarak gülümsememizi sağlayabilir, ama gülümsetenin yaşı çocukluk çağının çok üzerindeyse, durumun bir anormallik içerdiğinin fark edilerek, geleceğe ilişkin korku duymaktan başka yapacak bir şey kalmamaktadır.

Aslında uzunca üzerinde durulması gereken şey, ününden dolayı Nazım eleştirilerinin tabu sayılmasıdır.

Nazım Hikmet, benim için çağının en büyük birkaç şairinden biridir. Elbette öyledir. Ama böyle olması, onun eleştirilerden muaf tutulması için asla gerekçe olamaz. Nazım gibi, “komünist olmak” iddiasında olan birinin, Marks’ın önerdiği “yaşamın her alanını sorgulamak – eleştirmek – değiştirmek” dışında tutulmaya çalışılması, Nazım’ın savunduğu ideolojiye de temelden karşı bir tutum olurdu. Örneğin bir zamanlar bir panelde söylediğim “belki de Polonya + Almanya karışımı bir kökten gelmenin yarattığı abartılı bir Türkçülüğün izlerinin Nazım’ın politik şiirlerinde ciddi ciddi boy gösterdiğini” söylediğimde birilerinin başlattığı linç tavrı hem beni yeniden düşünmeye yöneltmek anlamında, hem de düşüncelerimi değiştirmek anlamında hiçbir etki gücüne sahip olamamıştı. Ama “eleştirilerimi yeniden sorgulayarak” bu konudaki düşüncemi daha belgeli bir hale getirebilmeme yol açması da eleştirinin marifeti oldu.

Nazım’la ilgili böylesi bir iddiaya soğukkanlı yaklaşmak yerine, “olur mu kardeşim, Nazım komünistti” diyerek hemen Nazım savunmasına geçmek, kendini kapatarak, eleştirinin yaratabileceği olumlu sonuçlardan uzaklaşmak sonucunu doğuracağı için üretici bir tartışma olamaz. Günümüzde bile kendisinin komünist olduğunu iddia eden o kadar çok milliyetçi, ya da sosyal-şoven varken, sağlıklı bir değerlendirme yapmak olanaksızdır.

İttihat ve Terakkicilerin önemli bir kısmının “Türkiyeli Bolşevikler” olarak 1920’de Bakû’da yapılan Doğu Halkları Kurultay’ına katıldığını unutarak soruna yaklaşarak tarih değerlendirmesi yapamayız.

*****

1.Emperyalistler Arası Paylaşım Savaşı’nın bitiminde galip devletlerin gerçekleştirdiği anlaşmalarda uluslararası bir karar olarak alınan “Ulusların Kendi Kararlarını Tayin Hakkı” Türk devletinin kuruluş yıllarında Mustafa Kemal’in de öncülüğüyle kabul edilmişti. 1920 Doğu Halkları Kurultayı’nda, TKP’nin de imzaladığı bir karar vardır: “Makedonlar, Arnavutlar, Araplar, Kürtler ve Ermeniler” diye sayılarak da örneklenen “Tüm milletlerin tam özgürlüğünü savunup, her türden milli ayrıcalığı ortadan kaldırıp, farklı milletlerin emekçilerine ve özgür halkların birliğine dayanan bir federasyon” savunuluyordu. Ve o yıllarda, Sovyetler’de Bolşeviklerin de Demokratik Devrim olarak tanımladıkları genç Kemalist Cumhuriyet, henüz doğuşunu gerçekleştiriyordu. Sovyet Devriminin yarattığı sempati; Kemalist Devrim’e sunulan para, silah ve askeri destek; Batı emperyalizmine karşı Sovyet güvencesine sığınmak ve hatta Batı ile Sovyetlere karşı pazarlık yapabilme olanağının yaratılmış olması, Millet Meclisi’nde birçok Meclis üyesi tarafından “Bolşevikliğin açıktan savunulduğu” bir atmosfer yaratmıştı.

“1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal, Kürtlere bir kaç kez (örneğin Ekim 1919’da Amasya Protokollerinde, Ocak 1923’e İzmit Basın Konferansı’nda açıkça, 1921 Anayasası’nda zımnen) ‘özerklik’ sözü vermiş, böylece Lozan Barış Görüşmeleri sürerken, Kemalist güçlerle ittifak yapan Kürtler ayrı bir çözüm arama ihtiyacı duymamışlar, 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın, Kürt yurdu Musul’u dışarıda bırakacak şekilde imzalanmasına TBMM’nin Kürt mebusları güçlü bir tepki vermemişlerdi.” (Ayşe Hür. UKKTH ve Kürtler. 15.09.2013) 

Bunların çok büyük bölümü zamanla Kemalizm potasında eritiliyor ve her gün biraz daha popülizme ve milliyetçiliğe dönüşen komünist ideolojinin neredeyse ulusalcılıkla özdeşleşmiş melez bir örneği olarak kendini oluşturuyordu. Türk devletine yönelik Sovyet desteği ve demokratik devrim girişimi olarak tanımlanan Kemalist “devrime” Sovyet sempatisi vardı.

ABD Başkanı Wilson tarafından 14 madde içinde ilan edilen 1.Emperyalistler Arası Dünya Savaşı sonrasında ‘milliyet esasına göre’ kurulacak olan yeni dünya düzeni projesinin (UKKTH) 12. maddesi özel olarak Osmanlı’yı konu yaparak şöyle diyordu: “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak, fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek” …

Nazım, birçok araştırmacının iddiasına göre (ki ben de böyle düşünmekteyim), partisi TKP’nin kararlarına bağlı kalıp gözlerini her şeye kapayarak, partisi TKP’nin SSCB ile “iyi ilişkiler” içerisinde olan genç “Kemalist Cumhuriyet”in yanında olmayı tercih ederek, hemen dibinde gerçekleştirilmekte olan Nasturi, Kürt, Ermeni ve diğer halklara yönelik soykırım ve katliamlara gözlerini kapamayı tercih etmiştir.

Dönemin Komünist Enternasyonal’inin de genç SSCB’nin kendi güvenliğini korumak amacıyla sınır komşusu yeni Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmek ve birlik sınırlarının güvenliğini sağlama almak için Kemalizm’e yönelik hayli abartılı övgüler yağdırdığı bir dönemdir. İyice küçülmüş olan Osmanlıdan devralınan sömürgeci Türk milliyetçiliğinin, bir “sınır muhafızlığı” için korunması gerekmekteydi. Bu görev, Nazım’ın partisi TKP tarafından da özenle korunmaktadır. Bu nedenledir ki Azerbaycanlı ünlü şair Resul Rıza’nın oğlu Azeri milliyetçisi yazar Anar Resuloğlu, Nazım için şöyle der: “Türkiye’de Nazım daha çok komünizmin, solculuğun simgesi gibi algılanır. Azerbaycan’da ise Türkçülüğün simgesi gibi…” Haksız da değildir.

*****

Nazım’ın, henüz adını bile anmaktan uzak durduğu zamanlarda Türkiye’de Kemalist Cumhuriyet, kendi Meclis’inde Kürt sorununu, “Kürdistan” adıyla anılan ülke gerçeğini, bu ülke ve halkına yönelik yönetim biçimi düşüncesini açık açık dile getirerek Meclis’de tartışabilmekte idi. İşte bir örnek:

78. İnikat. 22. Temmuz 1338 (1922) Cumartesi. 2.Celse.

REİS: İkinci Reisvekili Adnan Beyefendi. KATİP: Âtıf Bey. (Kayseri)

(Söz alan) :  MUSTAFA KEMAL BEY (Ertuğrul)

(…) Heyeti vekile kararı ile Reis Paşa Haziretleri tarafından müşarünileyhe verilen talimatı okuyacağım.

Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti’nin Elcezire cephesi kumandanlığına talimatıdır:

1- Tedricen bütün memlekette ve vasi mikyasta doğrudan doğruya halk tabakatının alakadar ve müessir olduğu surette idarei mahalliyeler ihdası siyaseti dahiliyemiz icabındandır. Kürtlerle meskûn menatıkta ise hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare ihdasına iltizam etmekteyiz.

2- Milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat idare etme hakkı bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar idarei mahalliyeye ait teşkilatlarını ikmâl etmiş ve rüesa ve müteneffizanı bu gaye namına bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve reylerini ihzar ettikleri zaman kendi mukadderatlarına zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistandaki bütün mesainin bu gayeye müstenit siyasete tevcihi Elcezire cephesi kumandanlığına aittir.

3- Kürdistanda Kürtlerin Fransızlar ve tahsisen Irak hududunda İngilizlere karşı husumetini musellâh müsademe ile gayrı kabili tadil bir dereceye vardırmak ve ecnebilerle Kürtlerin itilafına mani olmak, tedricen mahalli idareler tesisi esbabını izhar etmek ve bu suretle  kalben bize mecburiyetlerini temin etmek, Kürt rüesasının, mülki ve askeri makamatla tavzih ederek, bize mecburiyetlerini tarsin etmek gibi hututu umumiye kabul olunmuştur.

4- Kürdistan siyaseti dahiliyesi Elcezire cephesi kumandanlığı tarafından tevhit ve idare edilecektir. …..

Elcezire cephesi kumandanı Mirliva Nihad Paşa Hazretlerine. (Zata Mahsustur.)

Büyük Millet Meclisi Vekiller Heyeti tarafından zatı devletlerine mahsus olmak üzere Kürdistan hakkında tanzim edilen talimat berveçhi belâ tebliğ olunur.

Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal.

{ Not 1: Kaynak: TBMM Gizli Celse Zabıtları. CİLT 3. (6 Mart 1338 (1922)-27 Şubat 1338 (1923). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Sanem Matbaas. 1985. Ankara. s. 550 à  

Not 2: Yukarıda aktardığım uzun alıntıyı bilerek günümüz Türkçesine çevirmiyorum. Değerli okurlar, gerçeklere ulaşmak için siz de biraz çaba sarfederek, çeviriyi yüklenin lütfen. }

*****

“Ama o dönemde Kürt sorunu günümüzdeki kadar belirgin değildi” ya da “Kürt varlığı silik kalmakta, Kürtler uluslararası camiada tanınmamaktaydı” gibi mazeretler üretmek de doğru bir anlayış olamaz. Bugün bile Kürt toplumu ve tarihi üzerine en önemli kitaplardan biri olan Bazil Nikitin’in “Kürtler” adlı kitabı ilk kez Nisan 1943’de yayınlanmıştı. Evliya Çelebi ise dönemin bütün entelektüellerinin ezbere bildiği bir kitaptı. Üstelik bir Osmanlı aydını ve dönemin entelektüellerinden biri olan Nazım’ın Kürt halkının varlığından habersiz olduğunu iddia etmek, ancak, acemice bir kurtarma operasyonu olabilir.

O zamanlarda “Kürdistan’da ulusal bilincin gelişmemiş olduğunu ve bu nedenle Kemalist Cumhuriyet’in Kürtleri hiç zorlanmadan ikna edebildiği” iddiaları da, dönemin aydınlarının masumiyetini kanıtlayamaz. Biliyoruz ki, Kürdistan’da bağımsızlık için başkaldırıların tarihi hayli eskidir. Çok sayıda araştırmacı Kürt toplumu içerisinde milliyetçilik vurgusunun Botan Emiri Bedirhan Bey’in 1847’de ve Şeyh Ubeydullah’ın 1880’de gerçekleştirdikleri Kürt ayaklanmalarında da ortaya çıkmıştı. Ama Abdülhamid’in “İttihad-ı İslam” politikası Osmanlı topraklarında yaşayan Kürtlerin önemli bir kısmını Osmanlı’ya bağlıyordu.

Ama biliyoruz ki bu çağda Türklerde de belirgin bir ‘milli’ bilinçten söz etmek mümkün değildi. Ulus devlet kurmaktan çok, mevcut devlet yönetimlerinin zulmüne karşı mücadele çağa damgasını basıyordu. Oysa İttihat ve Terakki Cemiyeti de Kürt Teali Cemiyeti de artık “ulus kimliklere” yönelmişti.

*****

İKİ KOMÜNİST, BİR PARTİ: NAZIM HİKMET – TKP – HİKMET KIVILCIMLI

Nâzım, ünlü Kürt dilbilimci ve aydını Kamuran Bedirhan Bey ile henüz sürgün yılları öncesinden beri arkadaştır. Bu nedenle de Kürt sorununa yönelik ilgisizliğini sadece “TKP kararlarına bağlılık” ile açıklamak mümkün değildir. Kendisinin de bu “sorundan” uzak durmak istediği açıktır. Hangi sıklıkla olduğunu bilmemekle birlikte, iki arkadaşın mektupla yazıştıkları bilinmektedir. Fakat Nâzım, şiirlerinde olduğu gibi, bir aydın olarak da, Kürt coğrafyasıyla hiç tanışmamıştır. Kürtleri sadece İstanbul’da yaşayan Bedirhan Bey gibi dostları üzerinden tanımaktadır. “Memleketimden İnsan Manzaraları” çalışmasında bile cezaevinden tanıdığı Kürtler üzerinden tanımakla yetinmiştir.

1921’de Kemalist Türk devletinin daveti üzerine yola çıkan Mustafa Suphi”nin eşi ve 14 yoldaşı ile Karadeniz’de boğdurulması bile o TKP’ye bu yolun yol olmadığı gerçeğini anlatamadı.

Şêx Saîd “İsyanı” diye sömürgecilerin ağzıyla dillendirilen özgürlük mücadelesinin Nazım dönemi TKP’sine göre tanımlanması, “İngiliz emperyalizmi tarafından kışkırtılan irticai bir hareket” idi. “Şeyh ve ağaların, sürdürülmekte olan demokratik devrimi baltalamak üzere başlattıkları bir isyan”dı. Ve TKP’nin yayın organı Orak Çekiç’in o tarihlerdeki manşeti Osmanlı artığı Kemalist Cumhuriyet’in diliydi: “Kahrolsun İrtica.”

Oysa dönemin gazetelerinde bile bu katliam şöyle tanımlanıyordu: “Kürdistan hayali içinde isyana kalkıştıkları için Şêx Saîd ve Diyarbekir Dağkapı Meydanı’nda dara çekildi.” 

TKP, 1930’lardaki Ağrı-Zilan, 1937-38’deki Dêrsim Katliamı karşısında da benzer tavırlar aldı. Nazım dahil çok sayıda TKP’li sorunu aynı suskunlukla geçiştirdi.

Ama Nazım’ın parti yoldaşı Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kürt sorununu enine boyuna anlattığı “İhtiyat-ı Kuvvet: Milliyet-i Şark” adlı kitabı 1933’de yazmış ve yayınlanması için TKP yayın kuruluna vermişti. Kitap, Kemalist yapının Kürdistan’da bir sömürge siyaseti sürdürdüğü belirlemesini yaparak, ulusal isyanları değerlendiriyor ve Kürt ulusal hareketinin sosyalistlerin müttefiki olduğu tespitini yaparak önerilerini sunuyordu. Ama bildiğimiz gibi TKP bu kitabı ancak 46 yıl sonra yayınlamıştır. Ve TKP tarafından Kemalist devlet yararına üzeri böylesine örtülen Kürt sorunu, ancak 1975’lerden sonra yavaş yavaş “Kürdistan” adlandırmasıyla ve “sömürge” tanımıyla tartışılmaya başlanmıştır. 

*****

 “DÖRTNALA GELİP UZAK ASYA’DAN”

Dilin ustası komünist Nazım’ın ruh dünyasının şifresi, ne kadar enternasyonalist olarak düşünmeye çalışırsa çalışsın, duygularını sergilerken, istemese de ulusalcı düşüncenin zehirli oltasına takılmaktadır:

“Dörtnala gelip uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim

diyerek, fütuhatçı bir anlayışa destek olacağı belki de düşünülemez bile. Ama açıktır ki bu sözler İttihat Terakki döneminin ulusçu anlayışının duygu dili ile dışavurumundan başka bir şey değildir. Bu dizede anahtar sözcük, “BİZ” tanımıdır. Belli ki Nazım, Mezopotamya ve Anadolu topraklarının Orta Asya’dan gelen Altay Türk kavimleri tarafından işgal edildiğini biliyor. O tarihe kadar bu topraklarda yaşayan halkların isimlerini vermeden büyük fethin kahramanlık destanını yazıyor. Ama o da biliyor ki, Uzak Asya’dan dörtnala gelen Altaylılar bu topraklarda yaşayan halkları şiddet kullanarak köleleştirdiler.

Komünist bir şair bu tarih içinde yer alan mazlum halkların adını anmaktan kaçınmalıydı. Zira o halkların bir kısmı katledilerek yok edilirken, bir kısmı ise hâlâ o topraklarda özgürlüklerinden mahrum olarak yaşıyorlardı. Yani “yok edin insanın insana kulluğunu” davetini yapan Nazım’ın bu güzel isteği, sadece işgalcilerin egemenliği nedeniyle değil, şairlerin olağanüstü güzellikteki şiirlerinin satırları arasında da kaybolup gidiyordu.

Nazım, Kürt coğrafyasına hiç gitmemiş, bu halkı içinden tanımamış, sadece İstanbul’da yaşayan Kürtlerle ilişkilenebilmiştir. Ve onca eserinin içinde Ermeni halkından da hiç söz etmemesi; “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı uzun şiirinde, Mezopotamya’nın bu en eski halkının adının (“Kürt”) geçtiği toplamı 17 sözcükten oluşan bir yer verilmesi elbette kabul edilebilir bir şey değildir: 

“Kürtlere kuyruklu derler

yalan.

Kuyrukları yok.

Yalnız çok âsi, çok fakir insanlar.

Zenginleri de var

ama az,

beyleri…”

Eh artık, Komünist şair Nazım’ı bu yaklaşımından dolayı onu eleştirmemek kabul edilebilir bir tutum olamaz.

*****

 “Ama o dönemlerde” diye başlayan ve sorunu “kendi tarihsel koşulları içerisinde tanımlamak” gibi yanlışlara sapmak tarihin tahrifi olur. Nazım’ın, Rus devriminin akabinde, hemen bitişiğimizdeki koskoca bir dünyada Lenin çağının devrimleri tazeliğini korumaktayken SSCB’de bulunduğunu biliyoruz. Onun bir Komünist olduğu da bilindiğine göre, ulus-halk ayrımlarının neye denk geldiğini bilmediğini düşünmek bir tuhaflık olmaz mı? Hem de, Komünist Manifesto’yu okuduğunu da; Polonya kökenli bir aileden geldiği için diğer halkların haklarına yönelik bir hassasiyete sahip olabileceğini de bir varsayım olarak düşünebiliriz.

Gerçeğe ulaşabilmenin biricik yolunun doğru sorular bularak konuyu irdelemek olduğunu biliyoruz. Buna ihtiyacımız var, çünkü bazı nedenlere bağlanarak Nazım’ın sosyal-şoven olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değildir. Ama öyle bile olsa, bu iddia onun sunduğu şiirlere, sanat alanındaki yeteneğine hayran olmamızı engelleyemez.

Açıktır ki NAZİ yönetimine başkaldırmış Picasso’nunkiler kadar, Nazi yandaşı olan Salvador Dali’nin ürettiği tabloları da seviyorum. Üstelik bu tutumumu bir yarışmaya onunla birlikte katılan ve birinci olan Picasso’nun Dali için söylediği sözlerden dolayı rahatlıkla yaparım. Yarışmanın birincisi olan Picasso, “aslında bu ödüle Dali’nin resimleri daha lâyıktı!” diyebilmişti.

*****

 “BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR”

Geçmişte Nazım’ın söz konusu şiiri üzerine bir yazı okumuş, notlar almıştım. Ne yazık ki yazarın adının ve yazının başlığı vb. bilgilerin yer aldığı ilk sayfayı kaybetmişim.

Şiir başta olmak üzere edebiyatın, hatta sanatın bütün alanlarında metafor (mecaz) kullanılır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre metafor, “bir kavramın anlatılmasında benzer özelliklerinden dolayı başka kavramların kullanılması (genellikle görsel ya da somut ifadelerle anlatımı kuvvetlendirme amacıyla kullanılır) kapsamında tanımlanmaktadır. Ama mecazın benzetileni doğru yansıtabilmesi için doğru seçimi gerekmektedir. Okur, böylece sanatsal bir sunum içinde, süslemelerle donatılmış, duyguları da hareketlendiren benzetilenden daha çok, benzeyen üzerinden düşünür.

Ama yine de yıllar sonra sorgulamaya başladım ben de, yani bilgi dağarcığı genişledikçe sorgulama yeteneği de artıyor insanın. Genellikle sınır tanımayan kuşlarla benzetilen “hür’lük” nasıl olur da tek başına ve toprağa bağlı olan bir ağaç ile benzeştirilebilir.

Kastedilen elbette insandır, ama “bir ağaç gibi tek ve hür” olan bir insan gerçekten de “hür” müdür?

“Bir ağaç gibi tek ve hür!” Bu nasıl bir benzetmedir? Nazım bir özgürlük şairidir. “Tek” olmak “özgürlük” kavramının alanı dışında yaşamaktır. Çünkü biliyoruz ki “hür ya da esir” gibi kavramlar, ancak, bir toplum içerisinde, birilerinin diğer birileri karşısında kendi iradeleri ve kararları doğrultusunda hareket edebilme ya da edememe alanı olarak belirlenebilir. Toprağa bağlı, hareket alanı hiç olmayan “tek” ağacın tanımı özgürlük olarak değil, olsa olsa “yalnızlık” olarak tanımlanabilir.

Özgürlüğü tanımlarken, hareket yeteneği böylesine engellenmiş “tek” bir ağaca benzetmek belki de bir şiirde kullanamayacağımız tek mecazdır.

Yukarıda sözünü ettiğim notlarımda, o zamanki SSCB içinde yer alan özgürlükçü Özbek şair Muhammed Salih’in “Ağaçlar Şair Olsa” adlı şiir kitabında yer alan birkaç mısraı kaydetmiştim:

AĞAÇLAR ŞAİR OLSA 

Ağaçlar şair olsa, ne hakkında yazardı?

Biraz kuşlar hakkında;

gökyüzü, güneş, ve seyahat hakkında!

Seyahat,

seyahat,

seyahat

hakkında durmadan yazardı!

Şeyhmus Diken çok doğru yanıtlıyor soruyu, tam da Nazım konusuna bakarken: “Hayatı yollarda geçen yersiz yurtsuz birinin toprağa ağaç gibi kök salıp mukim olmak istemesini anlarım; bunun şiiri yazılabilir. Ancak ağacın kendini hür hissetmesi, zincire vurulmuş bir esirin hürriyet rüyası görmesi gibidir.”

Ve Mevlâna da Dîvanı Kebîrinde yer alan Farsça bir Gazel’inde şöyle dillendirir “yapabilme” gücü ya da yeteneği olan muhayyel bir ağacın muhtemel dileğini:

Ağaç, eğer ayakları ve kanatları olsaydı

Ne testerenin derdini çekerdi, ne baltanın!

*****

“VE BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇESİNE”

“Ve bir orman gibi kardeşçesine” derken benzetme çok uyumlu. Aynı havayı koklamak, aynı topraktan ve sudan beslenmek, aynı rüzgârdan etkilenmek, iç içe ve birlikte bir yaşam… Bir aile içinde birbiriyle en çok dayanışma içinde olan aile fertlerinin “kardeşler” olduğu iddiasını da hatırlayınca, “orman” metaforu davet edilen kardeşlik tanımına uymaktadır.

Ama, salt “kardeşlik” sözcüğü üzerinden ideallerimizi besleyen toplumu tanımlayabilmek mümkün değildir elbette. Habil ve Kabil’de olduğu gibi iktidar çatışmaları göz ardı edilerek bir dünya tasavvuru yaratılamaz. Üretime katılmada ortaklığı, paylaşımda eşitliği, karşılıklı saygıyı öncelikle içermelidir. Örneğin toprakları işgal edilen ve halkı işgalcilerin egemenliği altına sokulan bir ülkede halkların bir orman gibi kardeşliği, ancak ve ancak bu istemi gerçekleştirmeye yönelik bilinçli sosyal-politik projelerin üzerinden verilecek kararlı mücadelelerin sonucu olarak hayata geçirilebilir.

Elbette bir şiirde Nazım’ın bu daveti büyük bir anlama sahiptir. Ama bu anlamın yaşam içerisinde üretilmesi özellikle Türkiye gibi bir ülkede halkların özgürlüğü için mücadele kararlılığı ve bunu her koşulda sürdürme cesareti gerekmektedir. Hakkın, sahibinin adıyla tanımlanması, bu sorunda ahlâki ilk kural olmalıdır.

Dörtnala gelip uzak Asya’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz ülkelerine işgalci olarak uzanmak, yani başka halkların yaşam alanlarını işgal ederek topraklarından sürmek, soykırımlarla tüketmeye çalışmak hiçbir zaman övünülecek bir tutum olamaz. Ve komünistlerin dünya halklarının bütünü için isteyeceği bir yaşam sadece ve sadece gönüllülük üzerinde sağlanacak birlikteliklerle gerçekleştirilebilecektir.

Her biri birbirinden farklı ağaçların oluşturduğu bir orman mecazı ancak bu içerikle renklendirildiğinde, halkların birlikte yaşam idealini tanımlayabilir.

Bu anlayışı içselleştiremediğimiz hallerde, egemenlik-bağımlılık çatışması kendini her alanda yeniden yeniden yeniden üretecektir.

Elbette Nazım’ı o çirkin şiiriyle anımsamak istemiyoruz:

“SEKİZ YÜZ ELLİ YEDİ”  (1453 )

İslam’ın beklediği en şerefli gündür bu
Rum Konstantiniyye’si oldu Türk İstanbul’u

Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi
Türk’ün genç padişahı, bir gök yarılır gibi

Girdi Eğrikapı’dan kır atının üstünde
Fethetti İstanbul’u sekiz hafta üç günde

O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın!
Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın,

Hak yerine getirdi en büyük niyazını
Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını!

İşte o günden beri Türkün malı İstanbul,
Başkasının olursa, yıkılmalı İstanbul!

(Ocak 1921)

Yakın tarihte, Ayasofya’nın camiye dönüştürülerek kirletileceği müjdesini veren faşist Tayyip Erdoğan tarafından okunması acıttı yüreğimi, kanattı.

“Ahhh Nazım, şiirleriyle büyüdüğüm büyük şair; yaşadığın çağın geriliğiyle anlatmaya kalkma tutumundaki tutarsızlığı. Sen Lenin’li yılların komünisti idin! Sokaklarda meydanlarda “Akın vaaar! Güneşe akıııın! Güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakıın” diye semalara işlediğim şair!

Yine de ölesiye seviyorum seni, bilesin. Mahpusu da, zulmü de, sürgünlüğü de yaşadım senin gibi. Kavganın başında yürürken şiirlerinle yüreklendim, yüreklendirdim yoldaşlarımı.

Eleştirim, o muhteşem sanatının içinde yüreğimi, beynimi acıtan ulusalcı eksiklerinedir.

Affola!


İ. Metin Ayçiçek – 19.01.2022

Tags: , , , , , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑