Söyleşiler

Published on Kasım 12th, 2020

0

Kurtuluş Belgeleri Kitapları üzerine Ayçiçek ile söyleşi – Hüseyin Şenol


Kurtuluş Hareketi (TKKKÖ) tarihine ilişkin belgelerin ilk üç kitabını yayımlayan “Hazırlık Grubu” içerisinde yer alan İ.Metin Ayçiçek ile Avrupa Demokrat’tan Hüseyin Şenol söyleşti… 

Türkiye Devrimci Hareketi’nin değerli isimlerinden ve büyük katkıları hala süren İsmail Metin Ayçiçek ile bu söyleşiyi gerçekleştirmekten dolayı büyük onur duyduğumu belirtmek isterim. “Sosyalizm mücadelemde” üzerimde büyük emeği olanlardan olan değerli yoldaşım Ayçiçek ile yaptığım ve tarihe önemli bir not olarak gördüğüm bu söyleşiyi zevkle okuyacağınızı umuyorum. 

Avrupa Demokrat (AD)- Merhaba, seninle çok eski bir dostluğumuz var. Pedagojiye ilişkin ilk kitabınız olan Kuşaklar Arası Çatışma (ve Aile İçi Demokrasinin Önemi Üzerine) adlı kitabını 1994’de Merhaba Yayınları içerisinde yayınlamıştık. Uzun zaman da Merhaba Gazetesinde yazar olarak yer aldın. Sonra birçok gazetede yazmaya başladın. Bugün sanıyorum pedagojiye ilişkin 6 kitabın, felsefeye ilişkin 1, sosyalist eğitime ilişkin 2 kitabın var. Ve şimdi Belgeler…

İsmail Metin Ayçiçek (İMA)- Evet, baştan beri beni de mutlu eden bir dostluk. Hep de böyle kalacak elbette. Aslında bilinen çalışmalarımın bütünü devam ediyor ama içerisinden geldiğim KURTULUŞ Hareketi’nin belgelerini yayınlamayı öncelikler sırasının başına aldım ve başladım.

AD- Ben de onu soracaktım. Neden?

İMA– Senin de bildiğin gibi, uzun yıllar KURTULUŞ örgütü içerisinde değişik düzeylerde fiilen yer aldım. 12 Eylül sonrası devlet tarafından aranmaya başlayınca ülkeyi terk ederek önce Ortadoğu’ya sonra oradan Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldım. Avrupa’da siyasal faaliyet içerisinde birinci dereceden sorumluluklar üstlendim. Doğal olarak, Avrupa’daki aktif yoldaşlarımız arasında dağıtmamız direktifiyle bana iletilen bildiriden raporlara kadar değişik türden yüzlerce örgütsel yazılı materyali; ve pratik çalışmalar içerisinde yer alan yoldaşlarımızla benim yaptığım yazışmaları bir hazine değerinde tanımlayarak büyük özenle sakladım.

Uzun yıllar içinde, bu belgeleri dağıttığım yoldaşlarım kendilerine verilen belgeleri değişik biçimlerde kaybettiler. Bir süre sonra ise bu tarihe ilişkin en geniş belgesel materyale sahip kişi olarak ben kaldım.

AD- Sanırım sen bir dönem sonra örgütünden ayrılmıştın. Belgeler sende mi kaldı?

İMA– Evet, ben bir dönem sonra bu örgütten ayrıldım ya da ayrı düşürüldüm. Sonra tekrar bir katılım oldu sonra tekrar ayrılık… Uzun bir öykü. O dönemde Türkiye’den gelen bir “Kurtuluş yöneticisi” arkadaşla özel görüştüm ve kendisine elimdeki “bana ait olan” arşivin bir kopyasını almak isterlerse kendilerine fiilen ve madden yardımcı olabileceğimi söyleyerek almaları önerisinde bulundum. Ama değişik nedenlerle (belki de o dönemde haklı da sayılırdı) bunları ülkeye taşımaya talip olmadı.

AD- Ve böylece arşiv sende mi kaldı?

İMA– Hayır! Arşiv zaten benimdi ve elbette bende kalacaktı. Ama arşive sahip çıkıp isteyen çıkmadı. Zaman zaman bu durum istismara ya da iftiraya neden oldu ama bütün bunların benim üzerimde hiçbir etkisi olmadı.

Daha sonraki yıllarda, örneğin yeni örgüt içinde her yeni bölünme sürecinde, birbirine muhalif kalanlar eski hesapları karıştırıp karşısındakine karşı kullanabileceği belgelerin bende olabileceğini düşünerek, benden sık sık belge talebinde bulundular. Prensip olarak bu tür nedenlerle arşivimden belge isteyen arkadaşlara arşiv odamın kapısını açmadım. Ve arşivin gerçek anlamına kavuşacağı, yani yaşadığımız tarihin değerlendirme çabalarında kullanılabilecek belgeler niteliğine kavuşacağı zamanı beklemek gerektiğine karar verdim. Bunu, benim ya da (eğer ömrüm yetmezse) benden sonra bu görevi üstlenmiş olarak gelecek kuşaklarımın yapması için olanaklarımı düzenledim.

AD- Peki, kararından vazgeçip arşivi yayınlamaya neden karar verdin?

İMA– KURTULUŞ HAREKETİ olarak tanımlanan ve ilk oluşum girişimlerinden itibaren içerisinde yer aldığım bu politik hareket, kuruluş yıllarındaki bilimsel değerlendirme yöntemini ve döneminin sosyalizm anlayışlarını haylice aşan düşünceler üreten, ilkelerine sadık bir politik hareket olarak ortaya çıktı ve çok hızlı büyüdü. Ne var bir süre sonra, kendisini canlı, dinamik, üreten bir politik hareket haline getiren tezlerini hızla kaybederek varolan ortalamanın içerisinde yer aldı. En yakın politik rakipleriyle büyük çoğunluğu küçük-burjuva kökenli üniversite gençliği olan kile pazarını paylaşma çabası içerisinde oldukları için, küçük kalma pahasına geleneksel olanı değiştirme çabası yerine, büyük olmanın bedeli olan her alanda tutucu eski ittifaklarına benzemeye başladılar.  Daha kötüsü, “yol ayrımı” iddiasının neden sözde kaldığı üzerine düşünmek ve anlamak yerine, hiç olmazsa varolanı götürebilmek için yeni tezlerle üretimi iddiasıyla kayık sallanmaya ve “yüzüyor” duygusu yaratılmaya çalışıldı. Ve geldik bugüne!

AD- Bu anlattıklarının benim sorumla ilişkisi?

İMA- İlişkisi var elbette! Elimdeki arşiv parasal değeri olan bir şey değil ki biraz daha bekleyerek borsadaki değerinin yükselmesini bekleyeyim. Kim sahip çıkar böyle bir arşive? Tarihe önem veren kişiler; o tarihin gerçek yaratıcıları; tarihi anlamaya çalışan bilimciler ve araştırmacılar; ama en çok da insanlığın kurtuluşu hedefli bir komünist devrim yapma iddiasını hâlâ yüreğinde bir çocukluk hayali olarak sımsıkı koruyan komünist devrimciler. Biz dünya komünist hareketinin küçük bir parçasıydık. Belki de bir gölde bir damla idik. Ama büyük okyanusları oluşturan da zaten birer birer bir arada buluşmuş küçücük damlalar değil midir? Dünya devrim tarihinin deneyimleri ortaktır ama her ülkenin kendi devrim mücadelesi tarihi genellemelere kıyasla daha önemlidir. Bu nedenle bizim deneyimlerimizi tarihin araştırmacılarına bırakmak istedim. Bu dönem gelecek biliyorum. Kendi iktidarını korumak için yoldaşlarına iftira atan siyasal önderlerin, büyük fedakarlıklar vererek sürdürdüğü bir hareket içindeyken, ayrılıklarda türeyen hangi habis ruhun bu süreçlerde böylesi akıl almaz ahlaki ufakçılıkları ürettiğini araştırmak, saptamak gerekir. Küçücük bir örgüt içerisinde, büyüterek sürdürülen birey ya da grup iktidar duygusunun nasıl böylesi bir kötülük kaynağı olabildiğini öğrenmeye ve saflarımızdan defetmeye çalışmalıyız. “Aklın yolu birdir” sözünün iktidarla buluşmasıyla doğan “o akıl da benim aklımdır” sapkınlığı hangi örgütsel araçlarla örgütsel yapılar içerisinden silinip atılabilir? “Emir demiri keser” faşist ilkesini kırmızıya boyayınca “komünist bir ilke” olur mu acaba sorusunun yanıtını bulabilmek için, tarihe bakıp, benzer örneklerinin ortaya çıkarabileceği modelleri görmemiz gerekir. 68’li yıllarımızda işçi ve köylüler arasında büyük bir haz alarak bolca kullandığımız “bilginin sağladığı iktidar gücünü” geliştirerek, örgütün Yönetici organına kadar indirgeyip daralttığımız ve böylece sosyalist demokrasi müjdesinin, insanlığın yüzlerce yıldır duymak istediği bir gelecek tasarrufunu anımsatan bir aldatmacaya dönüştürmemizin hangi durumlarda “kaçınılmaz bir kader bir olmaktan çıkarılabileceğini öğrenmek için… Yani kimseye çamur atmadan, kendimiz için çıkarabileceğimiz değerli derslere ulaşabilmek için bu belgelere gereksinim var. Ve sadece benim naçizane biriktirebildiğimle yetinmeden, bütün sosyalizm hareketlerinin belgesel tarihlerini özenle öğrenmek gerekir.

Bizde de örnekleri hızla yayılan ve bildik sınıflı toplumların en çirkin yüzü olan, egemenlerin tarih yazması çirkinliğini geçmişten tanıdığımız bütün benzerlerinden daha seviyesiz noktalara çeken Resmî Tarih’leri yırtıp atmak bir zorunluluktur. Arşiv, bunun için gereklidir. Ve bu tarihin ortaya çıkmasını engellemek isteyen bütün diktatörlerin tarihlerini sansür kurumları ya da kitap yakma eylemleri süsler.

AD- Yayınlanan BELGELER’in ilkinde İsmet ÖZTÜRK’E bir ithaf var. Neden?

İMA: Ben, 67-71 arası Denizler, Mahirler Kaypakkaya ve benzeri çok sayıda değerli insanı tanıdım. Bunların bazılarıyla yolumu sürdürdüm. Ama o yıllarda İsmet Öztürk adını hiç duymamıştım. 12 Mart darbesi sonrasında girdiğim mahpusluk halleri bir af olayıyla bittikten sonra yeniden döndüğüm Ankara SBF’de Abdullah Öcalan, M.Karasu, Cemil Bayık, Sakine Cansız ve daha çok sayıda birçok yoldaşla tanışıp buluşup kardeşleştik. 1976 sürecinde KURTULUŞ Hareketi oluşturulup, Kurtuluş Örgütü kurulduğunda, bu hareketin önder kadrosu içinde İsmet Öztürk (Çörtüğün İsmet) adını duymaya başladım. Daha önce duymadığım, tanımadığım bir isimdi.

Sonra doğal olarak onu tanımaya başladım Uzun yıllardır bizden olmayan bir tip ile karşılaşmıştım. Önce yadırgadım, sonra dilini anlamaya başladım, sonra hayran kaldım. O, benim gibi birçok yoldaştan farklı olarak, önem kazandıkça kibrini beslemek yerine komünist bir alçakgönüllülüğü yeniden üretmeye çalışıyordu.

Ülkede ve Ortadoğu’da daha çok birlikte olduk.

 II. Konferans’a giden süreçte ben, onun da yakınında durduğu gruba muhalif olanlardandım. Ama birlikte olduğum arkadaşlara yönelik ciddi ve sert eleştirilerim de vardı. Kendisine isteyerek “Ağabey” diye hitap ettiğim tek kişi idi. Ve yandaş olduğum gruba yönelik ağır politik eleştirilerimin içeren yazımı alınca (çoğu insanın rahatça yapacağı bir hileye başvurup, benim yandaş olduğum gruba yönelik eleştirilerimi fışfışlayarak kullanmaya kalkmak yerine), düşüncelerime esas olarak katılmadığını, ama buna rağmen kendisinin de muhalif olduğu yoldaşlara karşı eleştirilerimde kullandığım dili ağır eleştirerek, doğru tutumun, bu eleştirileri sakin ve düşündürücü bir dille sunmanın önemini anlatarak çıkarlara yatırım yapmaktan uzak, öğretici bir tavır sergiledi.

AD- Anlıyorum. Bu tavrı seni etkiledi?

İMA- Hayır! Anlamadınız henüz! Bu tavrı herhangi bir komünist, ya da benim o yıllarda yayınlanmış olan “Sosyalist Ahlâk, Devrimci Tavır” adlı kitapçığımı okuyan ve benimseyen çok kişi bunu yapabilirdi. Bu, devrimci dalganın ve kitlesel hareketlerin hızla büyüdüğü o dönemin özenilerek üstlenilmeye çalışılan davranış modellerinden biriydi.  Zaten örgütün bünyesini oluşturan büyük çoğunluğumuz üniversite tabanlıydık, eğitimliydik.

İsmet ÖZTÜRK (Çörtük İsmet) ise farklı bir kültürden, farklı bir yaşam içinden, farklı bir toplumsal kategoriden geliyordu. Kendi deyimiyle “ömrü barda, meyhanede, hapishanede geçen, ilkokulu zor bitirmiş, kahve/kumarhane karışımı bir mekan işletirken Mahir Çayan ile tanıştıktan sonra devrimci olan; sonra okumaya başlayan, anlamak için soran, aldığı bilgiyi tartışan, bulduğunu sorgulayan”, Türkiye sosyalist hareketinin çoğu üniversite gençliğinden gelen önderlerinden çok farklı özelliklere sahip bir komünist çıkıyor ortaya. Belalı, lümpen, bir kumarhaneciden “Kızıldere’nin hazırlanmasında önemli rol üstlenmiş” bir devrimci; yaşamını değiştirmiş bir Komünist doğuyor. Ve bu “yarı-cahil” kişi, öylesine bir dönüşüm sağlıyor ki Kurtuluş Hareketi gibi, döneminde ileri sayılabilecek düzeyde Marksist-Leninist bir entelektüel seviyeye sahip olan bu örgütün kuruluşunda birinci dereceden rol üstleniyor. Örgütün ilk Merkez Komitesi’nde hiç kimsenin tartışmadığı bir güvenle Merkez Komitesi’ne giriyor. 1935 doğumlu ve halkımızın “baba adam” dedikleri türden biriydi.

Bu nedenle büyük saygı duyduğum bir devrimcidir. Aynı örgütün çatısı altında yürürken, politik olarak farklılaşarak birbirimizden ayrı düştük. Bilinir, siyasal hareketlerde iç bölünmelerde ya da ayrı düşmelerde ne yazık ki çoğu zaman etik kurallar zedelenir, sistem içi çatışma araçlarının bütünü taraflar arasında kullanılmaya başlar; ve dostluklar bir anda silinir atılır bir gelenek vardır. KURTULUŞ Hareketinin 12 Eylül sonrasında bölünmeyle sonuçlanan iç tartışmaların gerginliği içerisindeyken, politik düşünceleri ya da önerilerinde karşı karşıya kaldığım ve TKKKÖ içerisinde kaldığım dönemde, onunla yazışıyor, düşüncelerimi ve iki gruba yönelik düşüncelerimi aktarıyordum. İsmet “ağabey” ise, içinde kalmakta olduğum gruba yönelik getirdiğim eleştirilere katılırken bile, onlara yönelik olarak dilimi doğru kullanmadığımı; devrimcilerin birbirlerine karşı böyle ağır dil kullanmamaları gerektiğini vb. anlatarak eleştirebiliyordu. Bana yazdığı mektuplarda benim bu duygu ortamımı tahrik etmek, kışkırtmak yerine, soğukkanlı davranarak kararlar vermemi öneren, saygıyı hiç kimse karşısında kaybetmemem gerektiğini anlatan bir bilge olarak duruyordu. Açık söylemek gerekiyor, o bütünü “üniversiteli” olan benim yakın arkadaşlarıma hiç benzemiyordu. Onda farklı olan bir yan vardı. Herkesten önce söze atlayıp “ben bilirim” havasına girmeden, önce dinlemeyi tercih eden, sonra sanki sıradan bir bilgiyi aktarır gibi aktaran biriydi.  O tarihten itibaren ona “abi” demekten büyük keyif aldım.

İşte bu şahıs da elimde biriktirebildiğim arşivimi bir gün yayınlamamı istemişti. Bunu yapmayı zaten düşünüyordum. Ama şimdi benim için farz oldu.

AD- Genellikle sosyalist hareketlerin belgelerine ulaşmak zor. Ya da iktidarlardaki yönetimlerin belirlediği sınırlar içinde yayınlanabiliyor. Sovyetler Birliği tarihinde falan da gördük.

İMA- Tam da bu olayın bam teline bastın. Yıllardır resmi tarih eleştirilerini sadece Türkiye söz konusu olduğunda yapıyorduk. Bunda elbette haklıyız, yanlış yapmıyoruz. Uluslaşmayı geç yakalamış bir hareket. Bu nedenle tabandan değil tepeden yönetimler tarafından, sürgünlerle, katliamlarla hatta soykırımlarla gerçekleştirilmeye çalışılan bir uluslaşma süreci. Tabi ki bunun ideolojik alt yapısını oluşturmak da gerekiyor. Merkezi yönetime bağlı okul eğitimi zaten kapitalizmin bu amacını gerçekleştirmek için düzenlenmiş. Ama Sovyet sistemi de ne yazık ki o uzun yolu en kısa zamanda aşabilmek aceleciliği içinde aynı yönteme başvurmuş. Ve resmî ideolojileri üretebilmek için bilim, felsefe, tarih ve benzeri her bilgi alanını tahrif edilmiş. Ve elbette toplumsal bilinci etkilemek, daha doğrusu biçimlemek için özellikle de tarihi elbette. Egemenlerin belirlediği bir tarih, belge yok ortalıkta, söylenceler, hurafeler, uydurma yorumlar…

Ama bu sadece egemen sınıflara özgü bir çarpıtma değil. Ne yazık ki bizim solumuzun çoğunluğu da çoğu zaman miladı kendisiyle başlatan anlayışlarla yürümeye çalışmıştır. Resmî tarihler böyle doğuyor. Örgütlerde de belgelere dayanmayan resmi tarihlere büyük eğilim olduğunu biliyoruz. Belki de belge yayınlamak sevdası biraz da bu tarihin zorlaması. Çünkü kendi tarihimde yayınlanan birtakım tarih yazma girişimlerinin, sınıflı toplumlarda egemen sınıfların yaratmış olduğu resmi tarih kitaplarından hiçbir farkı yok. Yalan, iftira, çarpıtma, sahtecilik her şeyi bu tür tarih kitapçıkları içerisinde görebilirsiniz, gördük.

Ben belgelerin, bu tür kitapçıkların hilelerini ve yalanlarını sergilemekte de elbette yararı olacaktır. Ama bana düşen görev nasıl düşünmeleri gerektiğini onlara anlatmak, hele hele öğretmek gibi gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şey değil, Marksizm-Leninizm’in ışığında yaşamın her alanını sorgulamak ve eleştiri süzgecinden geçirebilmeleri için ellerindeki olanakları büyütmek, güçlendirmektir.

Marks ve Engels’in dediği gibi: “Gelecek bütün zamanlarda geçerli olan bir tasarı kurmak bize düşmediğine göre, şu anda yapmamız gereken varolan her şeyin acımasız eleştirel değerlendirmesidir. Amacımız derken, eleştirimizin kendi elde edeceği sonuçlardan da, yerleşik güçlerle çatışmaya girmekten de korkmaması gerektiğini anlatmak istiyoruz.” (Karl Marks)

AD- Değerli Yoldaşım, senin kitapların gibi, tarihe ayrı bir not olan bu söyleşiye zaman ayırdığın için çok teşekkür ediyorum.

İMA- Sevgili Hüseyin Şenol ben de sana çok teşekkür ediyorum.


Hüseyin Şenol – 12.11.2020


Belgelerin ilk üç kitabını direk okumak için kapak resimlerine, PDF formatta indirmek için ise “indirin” butonuna tıklayın:

Tags: , , , , , , , , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑