Makaleler

Published on Ekim 6th, 2022

0

Kemik bıçağa dayandı | İ. Metin Ayçiçek


Ve tarih, silahlı gücü zayıflatılmış hiçbir direnişin kazandığına tanık olmamıştır. Eğer Kürt özgürlük mücadelesi bu başarı noktasına kadar gelebildiyse, bunu elbette şehitlerinin kanına, düşman karşısında çok büyük can bedelleri ödenerek verilen o bastırılamayan güce borçludur…
Özet olarak şöyle toparlamak mümkün: Önümüzdeki seçimde:
İktidar = (AKP+MHP+Teferruat) + (CHP+Kötü Parti+Teferruat)
Muhalefet = Bütün kurumlarıyla ve ittifaklarıyla özgürlük mücadelesini sürdüren Kürt halkı ve müttefikleri…

Bir önceki yazımda Mersin-Mezgit olayının PKK’nin yapmış olamayacağını, onun 40 yıldır sürdürdüğü özgürlük mücadelesinin eylem tarzına uymadığını yazmıştım. Hemen akabinde HPG’nin açıklamasıyla söz konusu eylemin PKK’ye ait olduğunu öğrendik.

Her zamanki gibi değerli tepkiler aldım yine. Birileri, “körü körüne PKK savunuculuğu yatığımı” ve bu nedenle yanlışa düştüğümü iddia ederek, bundan vazgeçmemin yararlı olacağı gibi önerilerde bulundu; başka birileri, PKK’nin yıllardır zaten bunu yaptığını falan iddia ederek, eleştiriden çok, saldırı amaçlı parmak salladı. Çok az sayıda olsa da, bazıları da yazıma karınca kararınca destek sundular. Görüş bildiren herkese teşekkür ediyorum. Ciddiye alıp, dilde saygınlığı koruyarak “düzeltme” niyetini belirten bütün arkadaşlara katkılarından dolayı teşekkür borçluyum. Doğru formüle edilen her eleştirinin kişiyi geliştireceğine kesinlikle inanıyorum. Bu tarz, eleştirilene sunulan en büyük destektir. Sağ olun.

Bir önceki yazımdaki düşüncelerin kaynağını anlatabilmek için bir açıklama yapmak gereğini duydum.

***** 

“Bir seçim yolculuğu başlamışken, Tayyip ağlarını örüyor tekrar…” diye başlamıştı ilgili paragraf. Aile boyu bir hırsızlık, gasp, yolsuzluk ve şiddet şebekesi olan AKP iktidarının 7 Haziran Seçimlerine giderken, seçimlerde (benim de içerisinde çalıştığım ve rastlantı sonucu toplantımız 1 saat ertelendiği için o saatte odada olmadığım) HDP binalarının bombalanması, Demirtaş’ın mitingine yönelik toplu katliam girişimi, seçim sonrası Suruç Katliamı, Ankara Gar katliamı, HDP Genel Merkezi’nin yakılması girişimi gibi eylemler…

Onlarca devlet provokasyonunun tekrarlanabileceğini; hatta “bölgesel bir savaş açarak ya da kendi askerlerine yönelik ciddi bir katliam gerçekleştirip (çok defa tekrarlanıp eski Özel Hareket şefleri tarafından içerden de itiraf edildiği gibi) PKK üzerine atarak; yasal bir parti olan HDP’yi kapatıp mevcut sorunun barışçı çözümünde pozitif rol alabilecek bütün olanakları yok ederek, yani, sarayda yaşayan cehennem zebanilerinin kendi çıkarlarını korumak için her yolu denediğini ve tekrar tekrar deneyeceğini biliyoruz.

Yazımda eleştirilen cümle şu idi: “Hemen söyleyeyim: Mersin’de polis evine saldıranların PKK’li olması mümkün değildir. Çünkü en az 40 yılın zengin deneyim birikimini taşıyan PKK hiçbir zaman böyle bir eyleme yönelmemiştir, yönelmez de. Ama Türk Devleti’nin her türlü kanlı provokasyonda yer aldığını tarihsel kanıtlarıyla biliyoruz.”

Cümle bana ait, yorum bana ait ve önceden üzerine düşünülmüş olan bu yorumun altında yatan koskoca bir tarihin tanıklığı, sanırım bu soruna ilişkin yaşananları daha net görmemize yardımcı olur.

*****

Mersin Polisevi baskını ilişkin olarak neden “PKK değildir” diye düşündüm?

Bu düşüncenin, bugün de doğru olduğunu düşündüğüm maddi dayanakları vardır.

Biliyoruz ki Türk Devleti’nin PKK’ye yönelik olduğu iddiasıyla, çocuk-yetişkin, kadın-erkek, genç-yaşlı ayrımı gözetmeden, silahlı ya da silahsız olmasına bakmadan gerçekleştirdiği katliamlar son yıllarda olağanüstü ölçülerde artırılmıştır. Türk Devleti’nin bölge halklarına yönelik sürdürdüğü ilişki, bütünüyle soyguncu, gaspçı, katliamcı bir çete mantığıyla ve her gün biraz daha fazla sivil halka yönelerek geliştirilmiştir. Uçak, helikopter, kimyasal ya da biyolojik silahlar, ormanların yakılması, sadece kırsal alanlarda değil kentlerde de kitlesel katliamlara yönelmek Türk ordusunun günlük tayını gibi tanımlanabilmektedir. Ve bu çatışmalarda kaybedilen asker sayısındaki olağanüstü artışlar Türk halkından da gizlenerek sürdürülmeye devam etmektedir.

Yanlış bir benzetme ile sıkça kullanılan bir sözdür Türk halkının hafızasının “balık hafıza” olduğu iddiası. Balıklar birkaç kez yaşadıkları bir uyarıcıyı hemen hafızalarına alır ve ömür boyu bunu kullanabilirler. Ne yazık ki biz Türkler, hafızamızın zayıflığından değil, çıkarlarımızın baskısından dolayı önümüzde gerçekleşmiş olan her şeyi unutma becerisine sahibiz. 

*****

Kendi tarihimizi biliyor muyuz gerçekten? Hayır! Neredeyse bütünü uydurulmuş bir tarih (!) bilgisiyle “ulus kimlik” yaratılmaya çalışılmıştır. Sovyet tehlikesine karşı korunmak isteyen Kapitalist Batı, Lozan’da sergilediği manevrayla Türkiye’yi “doğu bekçisi” olarak satın almanın karşılığında Misak-ı Milli denilen sömürgeci Türk Devleti’nin sınırlarını çizdi.

O tarihin birkaç başlığını birlikte hatırlayalım.

Tarih kitapları bir “ulus” yaratma çabasıyla bütünüyle gerçek dışı fantezilerle dolduruldu.

Emekli Kurmay Albay Reşat Hallı tarafından hazırlanan “Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar (1924-1938)” adlı kitap, gerçekte bir suç dosyası gibidir. (Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları. Seri No 8. Ankara Gnkur. Basımevi. 1972.)  Askeri okullarda ders kitabı olarak da okutulan bu kitap, bir “askeri tarih araştırması”dır ve 1924 yılında, hemen Lozan Antlaşması’ndan sonraki 14 yıllık süre içerisinde, TC’nin “uniter devlet” girişimine karşı yönelen “ayaklanmaları” askeri açıdan ele almıştır.

Bu 14 yıllık tarih içinde 18 ciddi ayaklanma yer almaktadır.

1 – Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924.

2 – Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat-31 Mayıs 1925.

3 – Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı 9-12 Ağustos 1925.

4 – Sason Ayaklanmaları 1925-1937.

5 – I. Doğu Ayaklanması 16 Mayıs-17 Haziran 1926.

6 – Koç Uşağı Ayaklanması 7 Ekim-30 Kasım 1926.

7 – Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927.

8 – II. Ağrı Harekâtı 13-20 Eylül 1927.

9 – Bicar Tenkil Harekâtı 7 Ekim-19 Kasım 1927.

10 – Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs-3 Ağustos 1929.

11 – Tendürük Harekâtı 14-27 Eylül 1929.

12 – Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs-9 Haziran 1930.

13 – Zeylan Ayaklanması 20 Haziran-Eylül başı 1930.

14 – Dramar Ayaklanması 16 Temmuz-10 Ekim 1930.

15 – III. Ağrı Harekâtı 7-14 Eylül 1930.

16 – Pülümür Harekâtı 8 Ekim-14 Kasım 1930.

17 – Menemen Olayı 23 Aralık 1930

18 – Tunceli (Dersim) Tedip Harekâtı 1937-1938

Bu olayların Menemen Olayı hariç hepsi Kuzey Kürdistan topraklarında ortaya çıktı. Ve yine bu olaylardan sadece Nasturi ayaklanması Kürtlerle doğrudan ilgili değildi.

Peki, hemen sormak gerekmez mi?

Neden 1924 öncesi Kürtler için özerk (özyönetim, otonomi) bir yönetimin mümkün olacağını; bunun zaten “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kapsamında olması gerektiğini ve öyle de olacağını Türkiye Millet Meclisi’nde ilan eden Mustafa Kemal, Lozan Antlaşması’nın hemen arkasından, Kürtlerin bütün taleplerini reddederek Türk kimliği üzerine inşa edilmiş bir üniter devletti halklara dayattı.

Çünkü Kürtlere özerklik vaadinde bulunan Cumhuriyet, hemen Lozan ile birlikte vaadini unuttu.

İşte 1924-1938 arasında görülen 16 başkaldırının resmî ağızlarda iddia edilen “gerekçesi” ne olursa olsun, gerçekte hepsi “birlikte yaşam” projesine ihanet eden Türk egemenlerinin Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını istemesini güç kullanarak bastırma çabasından başka bir şey değildir.

Tamam, artık hızlı geçeyim: 1961 Darbesi sonrası sürgüne çıkarılan Kürt aydınları… 12 Mart 1971’ Muhtıra Darbesi ile “Kürtçülük” yaptıkları iddiasıyla yargılanan aydınlar, DDKO Davası; Parti Programında Kürtler için ana dil özgürlüğü istemeleri nedeniyle TİP’nin kapatılması… 12 Eylül ve devamı Kürtlere karşı yeni bir savaş açılması. 

1980’li yıllarda ortaya çıkan muhteşem direnişi bastırmak amacıyla sürdürülen ve 1992-94 arası zirveye ulaşan direnişe karşı, Kürt halkının kimlik özgürlüğüne ilişkin sıradan taleplerin bile tutsaklıkla cezalandırıldığı, beyaz Toroslar katliamı döneminin yaşandığı, Musa Anter gibi uluslararası üne sahip birçok Kürt aydınının teker teker öldürülmeye başlandığı (TBMM İnsan Hakları Komisyonu Raporu açıklamasına göre) 17500 faili meçhul cinayetle donatılan zulüm tarihi.

Katliam yazmaktan parmaklarım utanır oldu. Gerisini atlayıp günümüze geleyim. Ve Tayyip’li dönemin sadece bir bölümünde, mevcut hukuk kurallarına uygun olarak kurulan Kürt siyasal partilerine yönelik hukuk dışı baskılarla sindirme operasyonlarını bir kenara atarak, sadece güne yakın askeri katliam seferlerini hatırlayalım

Sevgili Doğan Özgüden büyüğümüzün Artı-Gerçek’te yayınlanan “Ne Onun, Ne de Bunun Anayasası, İlle de Emek ve Özgürlüğün Anayasası!” başlıklı (3 Ekim 2022) yazısından hatırlatma amaçlı birkaç devlet operasyonunu kaydedelim: 

“ Ya CHP’nin 2008 yılından beri onay verdiği ve sonuna dek desteklediği Güney Kürdistan’a yönelik operasyonlar:

21-29 Şubat 2008: Güneş Harekâtı 

24-25 Temmuz 2015: Şehit Yalçın Operasyonu

24 Ağustos 2016-29 Mart 2017: Fırat Kalkanı Harekâtı

25 Nisan 2017: Nisan 2017 Suriye ve Irak hava harekâtı

20 Ocak-24 Mart 2018: Zeytin Dalı Harekâtı

19 Mart 2018’den günümüze: Dicle Kalkanı 

15 Ağustos 2018: Sinjar’a hava harekâtı 

28 Mayıs 2019’dan günümüze: Pençe Harekâtı 

7 Ekim 2019’dan günümüze: Barış Pınarı Harekâtı 

15 Haziran 2020’den günümüze: Pençe-Kartal Operasyonu”

Kuzey Kürdistan’a yapılan katliam seferlerinin bütününü ayrıntılı olarak yazmadım, dikkat. Yukarıya aktardığım katliam operasyonları sadece devlet denilen bu sömürgeci hırsız sultan ve soysuz kolluk sisteminin düzenlediği resmî katliam seferlerinin birkaçı.

Ve biliniyor ki bu seferler Kürt halkının kadın erkek, çocuk-genç-yaşlı ayrımları yapılmadan kitlesel katliamlara yönelik seferlerdir. Bir devletin bu kadar zalim olabilmesi için, o devletin tebaasının aşağılık bir kültür ve ahlaka, iğrenç bir toplumsal değerler sistemine sahip olması gerekir.

Batının bazı mahallelerinde Kürtlere yönelik yapılan kitlesel saldırılar; Kürtlerin yasal siyasal kurumlarına yönelik mevcut ırkçı yasaları bile fazla görüp uygulamayan bir devletten söz ediyoruz. Halkın seçtiği 86 Belediye başkanlığının yaklaşık 80’ini gasp eden, zalim bir devletin iktidarında yapılan ve Kürtlere yönelik asla adil olmayan bir seçime rağmen seçilerek TBMM’ye girebilmiş milletvekillerini muhalefetiyle iktidarıyla el ele vererek Meclis’in dışına atabilmiş bir ülke yönetiminden söz ediyoruz.

Ve daha da önemlisi: Neredeyse 100 yıldır sürdürülen böylesi bir uygulamaya rağmen ve “anayasada eşit haklar” hükmünü de görmezlikten gelip bu ayrımcı-ırkçı adaletsizlik karşısında sessizliğini bozmayan Türk halkı da bu şiddetin ve katliamların ortağıdır.

Sömürge bir ülkenin ezilen halkının yardım çağrısına yanıt vermeyen; özgürlük talebini duymazdan gelen bir tutumu ahlaki bulmadığım gibi, daha da ötesi, insanlık suçu gibi de değerlendiriyorum.

Ve bugün, Kürt halkının özgürlük talebine verilen ‘evet’ ya da ‘hayır’ sözünün Kürtçe karşılığının ‘insani bütünleşme anlamında onur taşıyıcılığı’ ya da “en ilkel egemenlik duygusuna teslim olmuş’ ahlaki düşkünlük anlamıyla eşitlenmektedir. Nitekim bugünkü Türk devletinin her türlü iğrençliğe bulaşmışlığının temel nedenini burada aramak gerekir.

 “Ve her halk layık olduğu sistemle yönetilir?” saptamasının nasıl bilimsel bir sağlamlığa sahip olduğunu da bu tarihten görebilmekteyiz.

“Yeter” diye bağırdığınızı duyar gibi oluyorum.

Yüreklerinizde acıya benzer bir şeyler kımıldadı mı ya da utanma duygusunun rahatsızlık hissi?

Bu iyiye alamettir! Demek ki siz de insansınız!

*****

Öncelikle, Kürt halkının özgürlük mücadelesini her koşulda savunacağımı; bunun benim için bir politik duruş sergilemenin de ötesinde, ahlaki bir duruşun, evrensel insan hakları savunusunun yanında yer almak zorunluluğunun ifadesi olduğunu söyleyip, altını çizeyim.

Kişinin “demokrat” ya da “özgürlük yanlısı” olduğunu söylerken, “bize dokunmadığı sürece” eleştiriden muaf tutmak, ama dokunduğunu sandığımızda ‘halkların kardeşliğini zedeleyecek” iddiasını bir tehdit hatta silah gibi kullanmak tutarlı bir demokratlık olamaz.

“Birlikte yaşam” ilkesini savunarak bağımsızlık taleplerine karşı çıkmak “egemen ulusun” ‘belki’ önerisi olabilir ama şartı olamaz. Hele de iç sömürge olarak tanımlanan ilişkilerde “ortak vatanın bölünmezliği” gibi bir “ilkeyi”, ya da “birlikte yaşam’ı zorunlu kılan” bir “şartı” öne sürmek “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” olarak adlandırılan evrensel hukuk ilkesini yanlış tanımlamak demektir. Bu ilke elbette “ayrı devlet kurma hakkı”nı da içeren bütün olasılıklarıyla anadil özgürlüğü, egemenliğinin sınırlandırılmasının reddi, halkı tehdit edebilecek tehlikelere karşı durabilmek için iç ve dış güvenlik güçlerini bağımsız olarak oluşturma hakkı ve görevi başta olmak üzere her türlü hak ve yetkiyi özgürce kullanabilmesi anlamına gelmektedir.

Açıkçası, kendi iradesine karşı olarak dört parçaya bölünerek sömürgeleştirilmiş Kürt halkının özgürlük mücadelesini, egemen ulustan sıradan bir demokrat olarak, demokrat olabilmenin olmazsa olmazı olarak kabul ettiğim “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesinin, Kürt halkı için de, kayıtsız şartsız savunulmasının bir gereklilik değil, bir zorunluluk olduğunu savunuyorum.

Sömürgeci devletin, Kürdistan topraklarının zenginliğini egemen ulusa aktarması nedeniyle o topraklarda yaşayan her insanın emeği ve yeraltı-yerüstü bütün zenginlikleri gasp edilmiştir. TC vatandaşı olarak Batı’da yaşayan her birey, bu gasptan dolaylı ya da dolaysız olarak pay almıştır. Bugün bile Kuzey Kürdistan’a harcanan devlet yatırımı, esas olarak, kendi iradeleri birlikte yaşam olsa da, sömürgecilerin “kardeş halkları birbirinden ayırmak için” inşa ettiği sınır duvarları, bölgeye yerleştirilen on binlerce mayın, inşa edilen yüzlerce karakol, bu işgal topraklarında egemenliği sürdürebilmek için yerleştirilen abartılı askeri gücün maddi-mali bedeli; savaş nedeniyle özellikle sömürgeci devlet topraklarında her gün biraz daha çürütülen insanlık değerleri, savaş maliyeti içinde yer alan olağanüstü yaygın uyuşturucu bağımlılığı ve devletin bütünüyle insanlık değerleri dışında çalışan Mafya türü bir kurum haline dönüştürülmesi…

Buyurun, hayrını görün! Ama biliyoruz ki yaşanan bütün bu çirkinlikler, öncelikle sömürgeciliğin kendini ayakta tutabilmek için ödediği bedellerin küçük bir kısmıdır. Ve asıl önemli olan hasar, bu sisteme uyarlanmış bir kimliğin yaşamak zorunda olacağı hastalıklı bir mantık yapısı, çifte standartlı bir ahlak yapılanması, duygu zayıflığı ve zavallılığıdır.

*****  

Batıda yaşayan TC vatandaşlarının bütününün, şu veya bu oranda, ama mutlaka Kuzey Kürdistan’ın azgın sömürüsünden elde edilen getiriden yararlanabildiğini söylemek abartı değildir. Yakın tarihlere kadar o topraklarda sadece birkaç ilde lise düzeyinde okul varken, Batı’da sıradan bir ilde bile birkaç lisenin olabilmesi, işte bu sömürünün sonucudur. Yani bugün küçücük bir vicdana sahip olan herhangi bir Türk bile, isteyerek-bilerek-açıkça görerek olmasa bile, TC’ye akan bu kaynaklardan yararlanabildiği için, dolaylı ya da dolaysız olarak o halkın emeklerini bir karşılık ödemeden sömürmektedir. Yani açık açık söyleyebiliriz ki, Türk halkı, Kürt halkına çok çok fazla borçludur.

Bugün insan onurunu tanımlarken sarılabileceğimiz ilk maddenin “Ulusların kendi kaderlerini “ayrı devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere”, kendinin tayin etmesi hakkıdır. Bu hak, Kürtler ya da dünyada var olan diğer sömürge ülkeler-halklar hatta “Komünist ülkeler” tarafından değil,  Emperyalistler arası Birinci Dünya Savaşı” galipleri tarafından ortaya atılmış ve kabul edilmiş bir haktır.

Oysa Kürdistan, kendi özgür iradesine karşı konularak dört parçaya bölünmüş ve böylece dört ülke arasında bütün zenginliklerine el konularak sömürge statüsüyle paylaşılmış kadim bir ülkedir. Bu nedenle, yıllardır bu topraklarda Kürt halkının özgürleşmek için sürdürdüğü mücadeleye Türk bireyler olarak verilen küçücük desteği, “onlara sunulan bir yardım” değil, Batı’da yaşayan halkın eğitimden sağlığa, ulaşımdan güvenliğe her alanda elde ettiği refah farklılığından yararlandığımız için, bir “borcun ödenmesi” olarak, ahlaki bir zorunluluk olarak tanımlamak gerekir.

Egemen ulustan ahlaki-vicdani açıdan zerre kadar bir değere sahip olan her bireyin bu borcu öderken, kendisinin sahip olduğu bütün özgürlüklere Kürt halkının ve bu coğrafyada yaşayan bütün farklı halk ve inanç gruplarının en az kendi kullandığı ölçüler düzeyinde sahip olmalarını istemeleri ve bunun için mücadele etmelerinin ahlaki bir zorunluluk olduğunu, bir borç ödenmesi olduğunu savunuyorum.

Özet olarak tekrar edelim: Bugün Kürt halkının özgürlük mücadelesini desteklerken, onlara “yardım etmek” gibi bir anlayışı mahkûm ederek, egemen ulusun inceltilmiş perspektifinin kirliliğinden koparak, “onlardan gasp edilmiş değerlerden pay almış” bireyler olarak “burcumuzu ödemek” olduğunu kayda geçmek ve sıkça tekrar ederek hatırda tutmak gerekir.

Bu süreç içerisinde, bağımsızlık ya da birlikte yaşam talebini karara dönüştürecek tek irade de elbette Kürt halkının iradesi olacaktır. Kaldı ki, bugün bile, Kürt halkının sürdürdüğü özgürlük mücadelesi, her gün nefesi biraz daha kesilerek yaşamı ve ahlakı biraz daha zedelenen Batı’nın da yeniden dirilişine kaynak olacak bir potansiyele sahiptir.

*****

Şimdi gelelim PKK’ye:  

Biliyoruz ki kırk yılı aşkın bir zamandır, Kürt halkının özgürlük taleplerini sahiplenerek ortaya çıkan PKK’ye yönelik Türk Devleti’nin bütün “yok etme” iddiaları, sivil toplum katliamlarına yönelmiş ve günümüze kadar hiçbir “başarı” elde edilememiştir.

Sömürgeci Türk Devleti çok acımasız bir savaş sürdürmektedir. Kürt halkının sivil yerleşim alanlarına girip çocuk-yetişkin kadın-erkek demeden katletmektedir. Türk Devleti, tam anlamıyla bir cinayet örgütü gibi çalışmaktadır.

Böylesi zalim sömürgeci bir uygulamada bile PKK Batı topraklarına yönelik olarak ve sivil toplumu hedef alarak savaşma anlayışını kuruluşundan bugüne kadar hiçbir zaman “temel mücadele biçimi” olarak benimsememiştir.

Seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları tek tek cezaevine atılırken, bina bodrumlarına tıkılmış çocuklar ölüme terkedilirken, askerler tarafından öldürülen yaşlı anaların cesetleri teşhir için bir hafta boyu sokakta ölü olarak tutulurken, 12 yaşında öldürülen çocuğun bedeninden 13 kurşun çıkarılırken dahi, PKK Batı topraklarına sabotaj türü eylemler yapmama kararlılığını sürdürdü. Batı topraklarında Kürt halkına ve onun özgürlük taleplerine yönelik olarak sürdürülen tecrit, tehcir ve katliam yöntemlerine rağmen Kürdistan Özgürlük Hareketi sağduyusunu korumuş ve sivil halka yönelik katliam nitelikli eylemleri reddetmiştir. Böylesi bir saldırı anlayışına sahip olsaydı, Batı topraklarında kan gövdeyi götürür, yaşamı toptan felce uğratabilirdi. Ama PKK, Kürt halkının onur mücadelesini lekelemeden sürdürmekte kararlı idi ve böyle de sürdürdü.

Bunca açık katliama rağmen Kürt özgürlük taleplerinin, Türk halkının çoğunluğundan değil, çok küçük bir azınlığından cılız bir destek görmesi bile, bu mücadeleyi 40 yıldır sürdüren özgürlük güçlerinin (birkaç istisna dışında) “sivillere yönelik eylemleri yasaklayan” bir mücadele politikasından vazgeçirememiştir. Ama Sömürgeci devletin sivil Kürt halkına yönelik çoluk çocuk demeden gerçekleştirdiği planlı katliamlarında bile, sadece asker ya da polise odaklı olarak ve çok çok nadiren eylem yapmıştır.

Kaldı ki, Türk devletinin Kürt halkının özgürlük mücadelesine yönelik böylesine acımasız saldırması karşısında PKK’nin mukabele etme hakkının olmasına rağmen böyle bir ilke günümüze kadar savunulmamıştır. Kaldı ki, TAK hareketinin Batı’da gerçekleştirdiği uyarı amaçlı eylemleri bile (kişisel olarak benim tarafımdan eleştirilmemesine rağmen) PKK tarafından eleştirilebilmiştir.

Zaman zaman şaşırtıcı haberler aldık. Örneğin, yıllardır sürdürülen Öcalan’a “Bebek katili” sıfatını yapıştırmanın gerekçesi olarak “PKK 1,5 yaşındaki çocuğu katletti” iddiasını yıllar sonra Ergenekon davasından tutuklanan eski Özle Hareket mensubu polis şefinin “o çocuğu ben öldürdüm” itirafı bile sömürgeciliğin nasıl bir acımasız zulmün, nasıl bir ahlâk yoksunluğunun, din dahil olmak üzere nasıl bir “çürümenin ve toplumsal kirliliğin” nedeni olacağını göstermiyorsa ne gösterebilir? “Kitlesel” demek de yetmiyor, bütünüyle toplumsal çoğunluktan söz ediyorum.

Ve artık bu bölümü özetleyelim:

Evet, Mersin eylemini duyunca, bu eylemin PKK tarafından ısrarla sürdürülen genel mücadele tarzına uymadığına söyledim ve bu konudaki düşüncemi koruyorum. Ama eğer bir savaştan söz ediyorsak, her savaşın acımasız kurallara sahip olduğunu da biliriz. Zaman zaman genel uygulamalardan ve ilkelerden farklı gibi görülen haller eğer devamlılık gösteriyorsa, savaşı sürdüren tarafların taktik programlarının değiştiğini “yeni” bir uygulama olarak iddia edip tartışabiliriz. Ama böyle bir açıklama yapılmadan tek eylem üzerinden yola çıkarak yapılacak yorumların hemen büyük değişimlerin işareti olarak tanımlanması doğru olmaz. PKK 40 yılı aşkın bir süredir neredeyse ruh ikizi olmuş kadrolarla, Kürt halkının özgürlük savaşını anlık öfke ya da kararlarla kirletmemeye büyük özen gösterdiğini bugüne kadar onlarca kez kanıtlamış bir savaş örgütüdür.

Türkiye’de, Batı’da sivil toplum ya da devlet kurumlarına yönelik bu tür eylemler ve hedefler nadiren kullanılmasına rağmen, bir savaş yöntemi olarak PKK’nin hiçbir zaman ana yönelişi olmadı. Hiç olmaz ya da olmadı değil, ama nadiren görülen örnekler daha dikkatli olarak değerlendirilmelidir. Bu eylem, artık “kemiğin bıçağa dayandığını” gösteren bir uyarı mesajı da olabilir. Bundan sonra devamlı kullanılacak yeni bir stratejinin ilanı, taktik bir uygulama, ya da sıkıştırılmış olma halinin eyleme dönüştürülmesi anlamında son çağrılar da olabilir. Daha da önemlisi, PKK’nin bugüne kadar sürdürdüğü savaş stratejisi ve taktiklerinin değiştiğinin ifadesi de olabilir. Elbette savaş stratejileri de taktikleri de değişebilir. Ama PKK, sivillere ya da Batı topraklarına yönelik nadiren yaptığı saldırıların nedenlerini üstü örtülü olarak değil nedenlerini açık açık anlatarak yapan bir anlayışa sahiptir. Sanırım bunu yakında açıklarlar da öğreniriz.

*****

Bu tür durumlarda en çok nefret ettiğim davranış modeli “yazık yaa, görevi başındaki polislerin ne günahı vardı ki” diyerek ortaya çıkabilecek sahteciliktir. Sömürgeci devletin propagandasına kapılarak savaş karşıtlığı yapan, ama yaşadığı topraklarda yüz yıldır süren bu kanlı çatışmalara son verme çabalarından uzak durarak sadece şikâyetçi olarak kalmayı yeğleyen tipler nefretimin ve öfkemin tam hedefini oluşturmaktır. Savaşa neden olan koşulları ortadan kaldırmak için aktif olarak çalışmadan, sürmekte olan bir savaşı durdurmanın mümkün olmayacağını herkes bilir. Bu nedenle, bu roller içerisinde ortaya çıkıp ama sadece barış çağrısı yapmakla yetinenler, belki de savaşı sürdürenlerden çok daha zararlıdırlar. Zira ezilenler güvence içerisine alınmadan gelecek barış, ezenlerin yeni katliamlara yönelişlerini engelleyemez.

****

Sadece iktidar alçakları değil, muhalefet denilen çıkar ortakları da ne yazık ki Kürtlerin açık demokratik siyaset yapma olanaklarını vermemeye kararlıdır. Ve bu sürecin sonuçlarından gerçek anlamıyla artık ne PKK, TAK gibi örgütler ne de 100 yıldır amacı-hedefi belirgin bu kanlı tarihin açık saldırganı olan Türk Devleti tek başına sorumlu değildir. Sürmekte olan bu savaşın asıl sorumluları, kendisi için bir hak olarak kabul ettiği yaşam ilkelerini Kürtler için yok sayan saldırgan-çirkin bir Türklük anlayışının sahipleridir.

Yani, 100 yıldır demokrasiyle tanımlanmayan bir Cumhuriyeti çok büyük bir meziyetmiş gibi koruyup, sözde reddettiği tekçi sultanlık rejimini Cumhuriyet adı altında biçimleyerek sürdürmeye çalışan Türk halkıdır.

Artık içim sızlamadan söyleyebiliyorum: Her halk, lâyık olduğu yönetimle yönetilir.

Çünkü her halkın ulusal bağımsızlık hakkı ve ödün vermeyeceği özgürlükleri vardır. Bugün Kürdistan toprakları ağır bombardıman saldırılarıyla yerle bir edilmeye çalışılırken, sesini çıkarmayanların, ateşi bu kadar yakından görüce canhıraş bir tonla çığlık atması benim duygularımı etkilemez. Elbette bunu acı çekmeden dillendirmek mümkün değildir, ama Kürdistan’ın, kendilerinden alınan vergilerle sürekli bombalandığı bir çağda, bir halkın demokratik bir cumhuriyet altında “birlikte yaşam” istemine bir asırdır silahla yanıt verilişine sessiz kalınıyorsa… Bütün bunları besleyen derin bir cehaletten söz etmek yanlış mıdır?

*****

Okumuyorlar. Kesinlikle okumuyorlar ve bu nedenle cahiller.

Bu nedenle sosyal-demokrat olduğunu iddia eden sistemin kurucu partisi faşizmin sloganlarıyla selamlayabiliyor seçmenlerini. MHP ya da AKP’yi anlamak elbette mümkün. İslam soslu ve zekâ özürlü iki faşist tipi kol kola… Bunda şaşılacak bir şey yok. Ama liberal soslu, iyi makyajlı, ya da İslam temelli faşizanlar da ötekilerden farklı değiller. Demokrasi anlayışları ise belki de diktatör diye tanımladıkları Tayyip’le yarışacak düzeyde gericidir.

Yani bu ülkenin anladığı tek yönetilme formu olan havuç ve sopa yöntemi, neredeyse birbirinden hiç farkı olmayan iktidar ve muhalefet tarafından sürdürülmeye devam edecek gibi.

Günümüzde, iktidar ve muhalefetiyle birlikte sömürgeci devlet savunucularının yöneldikleri ortak hedef eskiden olduğundan çok daha geliştirilerek Kürt direnişinin değişik alanlarındaki birlik duygusunu parçalayarak, birbirine karşı kullanma çabasıdır. Son zamanlarda Demirtaş, HDP, Öcalan, PKK sözcükleri birbiri yanına artı eksilerle iliştirilerek ayrıştırma ve birbirine zıtlaştırma çabalarını artırmıştır. Elbette Kürt halkının evlatları bu tür oyunların yabancısı değildir. Her dönemde bu senaryo sadece isimler değiştirilerek yeniden yeniden kullanıldı. Ama bilindiği gibi hiçbir sonuç alınamadı. Ve tarih, silahlı gücü zayıflatılmış hiçbir direnişin kazandığına tanık olmamıştır. Eğer Kürt özgürlük mücadelesi bu başarı noktasına kadar gelebildiyse, bunu elbette şehitlerinin kanına, düşman karşısında çok büyük can bedelleri ödenerek verilen o bastırılamayan güce borçludur.

Bunu her zaman gördük ya da özgürlük hareketinin değişik alanlardaki temsilcileri arasındaki kopmaz bağların hedef alınarak sürdürülmekte olan böl ve yönet politikasındaki ısrarın kışkırtılmasıdır.

Çünkü şimdiden görülüyor ki, ne altılı masa ne iktidar Kürt halkının özgürlük sorununu gündemine alamamıştır. Alamaz da, çünkü egemenliğini borçlu olduğu kendi dayanaklarını yıkması gerekecektir. AKP ve AKP’yi yaratan güçlerden biri olan CHP; MHP ve MHP’nin asli ayağını taşıyan İyiP ve teferruatı… Sonuçta ikisi de sömürgeci sömürücü sistemin asli kurucularının temsilcileridir.

Bu “ayrı sayılan” iki ittifakın, sömürgecilik söz konusu olduğu zaman, temelde birbirinden farkı yoktur. Ve HDP’nin iki ittifaka da aynı mesafede duran bağımsız bir duruş sağlaması, kanaatimce en doğru yol olacaktır. Hele de Kılıçdaroğlu gibi bir muhalefet liderinden söz ediyorsak, bu ismin sömürgeci sistemin gözü kapalı takipçilerinden biri olduğunu unutmamak gerekir. Bugün bile Kürtlere yönelik yapılan zulme, katliamlara ve askeri operasyonlara alkış tutan bir muhalefet liderinde daha azgın bir düşman olamaz.

Ve geçmişte, örgütlü olduğum dönemde, KURTULUŞ’tan öğrendiğim ve benzer durumlarda hep savunduğum bir ilke ya da yöntem belki böylesi durumlarda üzerine düşünülmesi gereken bir yol olabilir: Bizim örgütümüzde Cezaevinde olan yoldaşlarımız açık alan siyasetine ilişkin dışarıda yapılan kongre ve konferanslarda oy kullanamazlardı. (Oy hakları dondurulurdu.) Çünkü ne kadar yaşamın içerisinde olduğumuzu iddia edersek edelim, en azından dışarıdaki gelişmeleri aktaran ve dinleyen beyinler ve psikolojiler farklı olduğu için, kararların doğru verilebilme olasılığı düşmüş olacaktır. Cezaevi, yani her türden tecridin mahkûm üzerinde kontrole yönelik olduğu koşullarda, her tür zihinsel faaliyetin engellenebilmesi olasıdır. Çünkü örgüt projeleri her yerden yapılabilir ama örgüt, sadece yaşamın içinden yönetilebilir.

Özet olarak şöyle toparlamak mümkün: Önümüzdeki seçimde:

İktidar = (AKP+MHP+Teferruat) + (CHP+Kötü Parti+Teferruat)

Muhalefet = Bütün kurumlarıyla ve ittifaklarıyla özgürlük mücadelesini sürdüren Kürt halkı ve müttefikleri.


İ. Metin Ayçiçek – 06.10.2022

Tags: , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑