Seçtiklerimiz

Published on Temmuz 21st, 2020

0

Kavramlarımızı kirletmeyin Baylar! – XWE Metin Ayçiçek


İlerici Enternasyonalizm düşüncesi ya da yapılanması da en azından şimdiki görünümüyle belli ki işçi sınıfının tamamen dışında üretilmiş bir aydınlar locası olmaktan öte bir anlama sahip olamayacaktır…

“Çok ilginç bir dönemi yaşıyoruz.” Yazıya böyle başlamamın nedeni sanırım “ne yazılması gerektiğine ilişkin” yeterince “net ve aydınlık bir bilince sahip olmama” halimi saklama çabasıdır. Evet o haldeyim ve bunu hemen reddedecek yazarlar ya da politikerler için ise doğrusu pek de “benden daha sağlıklı düşünebildikleri” yaklaşımına sahip değilim. Kişiler üzerine psikolojik tanımlar yapma heveslisi birçok arkadaşımın bu cümleyi didik didik ederek bana yönelik bir ‘narsis kişilik bozukluğu” teşhisi koyma çabalarını ise, “siz dışarda kaç kişisiniz?” sorusuyla yanıtlamaya bile değebilecek önemde göremediğim için ilgi alanım dışında tutuyorum.

Günümüz Türkiye’sini feodalite ile tanımlamaktan başlayıp sosyalizmi ancak yapay zekanın kurabileceği tezlerine kadar çok farklı onlarca arayış içerisinde olmak elbette abesle iştigal olarak tanımlanamaz. Tersine, içeriği böylesine zengin ve sınırları böylesine geniş bir sosyalizm tanımına yönelmek elbette tartışılamaz bir gerekliliktir. Ne var ki bu tür ideolojik-politik arayışlar, devrim iddiasıyla sürdürülen devrimci pratikle birlikte değerlendirildiği takdirde, çoğumuzu Marksizm Okulu’nun başarısız öğrencileri olmaktan kurtaramamaktadır.

Ya da şöyle demek daha doğru sayılabilir: Devrimci pratikten kopup, sağındaki güçlerden medet uman gruplar pratiklerine haklılık kazandıracak yapay teorik düzenlemelerine yönelirken, bu sağ anlayışlara reaksiyon olarak gelişmekte olan sol sosyalist gruplar ise kendilerini tekrar eden ama hem hedefleri bakımından sınıf mücadelesi hedeflerinden haylice uzak, hem de kitlelere ulaştırmak istedikleri mesajlar bakımından sınıf mücadelesini körükleyebilecek doğru sloganlardan ve egemen sınıfları ürkütebilecek hedeflerden yoksunluk nedeniyle “etkisiz eylem” türleri içinde boğulmaktadırlar. Medyanın bütünüyle AKP faşizminin esaretinde olması nedeniyle bedel ödenerek gerçekleştirilen eylemler bile mesajlarını kitlelere ulaştırma yeteneğinden yoksundur.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin büyük bir samimiyetle bütün olanaklarını sunduğu Türkiyeli devrimci gruplar bu desteği doğru değerlendiremediler. Kürdistan’daki misafirliklerini kısa tutup, yani eğitimle yetinip ülke mücadelesinde aktif olarak yerlerini almak yerine, neredeyse Kürdistan topraklarına yerleşip kalmak, Batı’nın büyük direniş güçlerinden mahrum kalmalarına neden oldu. Devletin acımasız baskıları karşısında halkların savunmasız bırakılmasıyla, sokak egemenliği, bekçi, polis, jandarma, SADAT gibi özel güvenlik birimleri, faşist milis güçler ve IŞİD ve benzeri alçaklar ordusuyla oluşturulan İslami milis güçlerinin egemenliği altına alındı. Olağanüstü Hal ve KHK’lar ile sürdürülen yönetim, adını ne koyarsanız koyun, dört dörtlük örgütlenmiş bir diktatörlüğün egemenliği altına sokuldu.

Modern sanayi proletaryasının fiili ve ideolojik önderliği altında olmak üzere işçi ve emekçi sınıfların bütününü, ezilen dışlanan ya da yok sayılan toplumsal grup, halk ya da inanç gruplarını da mücadele ittifak olarak saflarına katarak devrime yönelmek yerine, İyi Parti’yle güçlendirilmiş CHP ile ittifak arayışlarında boğulmak, proletarya devrimi yani komünizm hedefinden hızla uzaklaşmak anlamına gelmekteydi.

Türkiye sosyalist hareketinin her koşulda ve büyük bedeller ödeyerek sürdürdüğü devrimci mücadele Gezi sürecine kadar en azından sokakta varlığını sürdürebilmiş olsa da, ne yazık ki genişlemek ve sınıfla güçlü ilişkiler kurmak yerine giderek daha da daralmış, sokakta varlığını neredeyse bütünüyle kaybetmiş ve küçülmüştür. Devrim iddiasını çoktan terk etmiş olan ÖDP gibi siyasal yapılar bir yandan sosyalist solu CHP’ye taşıyan köprü görevi görürken, diğer yandan adını sol’laştırıp siyasetini tamamen sistem egemenlerinin rızasına hapsetmiştir. Bu parti artık “Türkiye’de siyaset yelpazesinin genişliğini kanıtlamak” için kullanılabilecek bir sistem içi aksesuar olma niteliğine bile sahip değildir.

Böylece, artık rotasını bütünüyle kaybetmiş ve kendini sadece özgürlük gibi kavramlara hapsederek proletaryanın sınıfsal devrim anlayışından neredeyse bütünüyle uzaklaşmış ehlileştirilmiş bir “sol” anlayış, sanırım devletin de yol açarak sürdürdüğü bir çabayla canlandırılmaya çalışılmaktadır. ‘Sol’ kavramının artık sistem içi muhalefette bile kıymet-i harbiyesi kalmamıştır.

Gerçekte tarihsel olarak Komünist Manifesto’nun yazarları da daha o tarihlerde (1845-50 gibi) ortaya attıkları işçi sınıfı öğretisini ‘sosyalizm’ adıyla adlandırmak istememekteydiler. Kimlik için isim elbette önemliydi. Engels bu sorunu Manifesto’nun 1888 tarihli ilk İngilizce baskısına yazdığı Önsöz’de şöyle açıklıyordu: “1847’de sosyalist dendiğinde, bir yandan çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları, yani her ikisi de çoktan birer tekkeye dönüşmüş bulunan ve son demlerini süren İngiltere’deki Owencılar ve Fransa’daki Fourierciler, öte yandan da sermayenin ve kârın kılına dokunmaksızın her türlü toplumsal bozukluğu bin bir yoldan onarıp düzelteceklerini ileri süren cins cins toplumsal düzenbaz anlaşılıyordu; bunların hepsi de işçi sınıfı hareketinin dışında insanlardı ve daha çok “mürekkep yalamış” sınıfların desteğinin peşindeydiler. İşçi sınıfının, yalnız başına siyasal devrimlerin yetersiz kaldığına inanmış ve dipten doruğa bir toplumsal değişikliğin zorunluluğunu ortaya koymuş olan tüm kesimleri kendilerine komünist diyorlardı.” (Engels. Komünist Manifesto’nun ilk İngilizce Baskıya Önsöz.) Bu nedenle, hazırlanan manifesto modern sanayi proletaryasını temel alan Komünist bir düşünce olarak tanımlanarak öteki sol düşünce sistemlerinden kendini ayırdı.

Türkiye’de de yakın tarihte adlandırmada ortaya çıkan kirlilik ve karmaşanın düzeltilmesi için artık Komünizmin kendine ait kavramlarla iletişimin zorunlu olduğu gerçeği bir kez daha ortaya çıktı. Doğu Perinçek’in İşçi Partisi’ni “sol”, milliyetçi-ırkçı CHP’yi de “sol ya da sosyal demokrat” kategorisi içerisinde tanımlayan bir dil, bugün de komünistleri zor konuma sokan bir handikaptır. Bu nedenle kavramlara ilişkin hassasiyetleri diri tutmak zorunluluktur.

***

Ve yaşadığımız günlerde bu kaotik sahnede yer alan bir başka sorunlu kavram ve oluşum ise “İlericilik” kavramı üzerinden bir enternasyonal yaratma çabasıdır. İlerici Enternasyonal da politik literatürde yerini aldı. UMUT Gazetesi’nde birbirinden güzel iki yazı konuya değinmiş. Murat ÇAKIR’’ın “Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeden olmaz! İlerici Enternasyonal ve Yeni sınıf politikası tartışmaları üzerine” başlıklı yazısı (Haziran 11, 2020) ve Cenk AĞCABAY’ın “Evet Enternasyonal’le Kurtulur İnsanlık Ama…” başlıklı yazısı çok çok güzel olmuş. (Mayıs 25, 2020). Mutlaka okunmalı bu iki yazı. Haydi hayırlısı diyerek ve sol memenin üstündeki cevahiri karartmadan, “Enternasyonalle kurtulur insanlık” diye dimdik haykırarak.

***

Komünist hareketler içerisinde Marksizme yenilikler getirmek gibi iyi niyetlerle ya da kendini ayrıştırma çabasının sonucu olarak bu tür yönelişlerin tarihi çok da yeni değildir. Bu tür oluşumların çoğu kendini Marksizm ile de tanımlarlar. Ortodoks Marksist olarak çıkan Kautsky de, revizyonizmin başını çeken Edward Bernstein ya da Jean Jaures de Marks’ın teorilerini değişen koşullara uyarlayabilmek için revize etmek gerektiğini savunmuşlardır.

Engels biraz önce andığım 1888 tarihli önsözde “Manifesto’nun tarihi, modern işçi sınıfı hareketinin tarihini büyük ölçüde yansıtmaktadır; bugün, hiç kuşkusuz, sosyalist literatürün en yaygın, en uluslararası ürünüdür” diyerek önemli bir bilgiye dikkat çekiyor. (Engels. Komünist Manifesto’nun İngilizce baskısına Önsöz.) Yaklaşık 150 yıl önce yapılan bu saptama, bugüne kadar doğruluğunu onlarca kez kanıtlamıştır.

Kautsky, Marks’ın “üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın uzlaşmazlık kazanması, devrimin ön koşuludur. Bu objektif çelişkinin uzlaşmazlık kazanması, toplumun devrimci güçlerini (proletaryanın önderliğinde örgütlenme ve kitlelere devrim bilincinin aktarılması gibi sübjektif şartların da hazırlanması ile) proletarya devrimine yönlendirecektir” biçimindeki tezini kendince yorumlayan Kautsky, “devrim koşullarının oluşturulması için, devrimcilerin bu süreçte kapitalizmi son kertesine kadar geliştirebilmesi ve böylece üretim ilişkileriyle uzlaşmaz (antagonist) çelişkiye ulaşılabilmesi için burjuvazinin desteklenmesi gerektiğini savunmaktaydı.

Çok renkli bir bukalemun olan revizyonizm ise, proletarya devriminde devrimci zorun zorunluluğunu ya da Alman revizyonistlerinin yaptığı gibi devrimde işçi sınıfının önderliğinin gereksizliğini savunmakla işe başladı. Ve bu akım giderek Emperyalistler Arası 1. Dünya Savaşı’nda milliyetçi (ulusçu) bir tavır alarak, savaşın başlatıcısı ve sürdürücüsü olan saldırgan Alman Emperyalizminin yanında yer aldı. Lenin önderliğindeki Bolşevikler’in II. Enternasyonal’i terk etmelerinin en önemli nedeni bunlardı.

Nisan Tezleri adlı kitabında Lenin o güne kadar adı Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi adıyla çalışmalarını sürdüren Bolşeviklere şu çağrıyı yapıyordu: “Marksist olduğumuzu ve Komünist Manifesto’yu temel olarak aldığımızı bir kez daha ilân etmeliyiz. Komünist Manifesto, sosyal-demokrasi tarafından başlıca iki noktada bozulmuş ve ihanete uğramıştır: 1. İşçilerin yurdu yoktur: emperyalist savaşta “yurdu savunmak” demek, sosyalizme ihanet etmek demektir; 2. marksist devlet teorisi, II. enternasyonal tarafından çarpıtılmıştır.

“Sosyal-demokrasi” adlandırması, Marx’ın birçok kez, özellikle 1875’te Gotha Programının Eleştirisi’nde göstermiş olduğu, ve Engels’in de 1894’te daha popüler bir açıklamasında[51] yinelemiş bulunduğu gibi, bilimsel bakımdan doğru değildir. İnsanlık, kapitalizmden, doğrudan doğruya ancak sosyalizme, yani üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti ile ürünlerin herkesin emeğine göre bölüşümüne geçebilir. Bizim partimiz daha uzağı görüyor: sosyalizm, kaçınılmaz olarak, yavaş yavaş, bayrağı üzerinde: “Herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinmelerine göre” yazan komünizme dönüşecektir. Birinci kanıtım, bu. Ve işte ikincisi: adımızın ikinci bölümü de (sosyal-demokrat), bilimsel bakımdan doğru değildir. Demokrasi, devlet biçimlerinden biridir. Oysa, biz marksistler, biz her türlü devlete karşıyız.

İkinci Enternasyonal (1889-1914) önderleri, B. Plehanov, Kautsky ve benzerleri, marksizmi alçalttılar ve bozdular. Marksizm, sosyalizme geçmek için bir devletin zorunluluğunu kabul etmesi düşüncesi ile anarşizmden ayrılır, ama 1871 Paris Komünü gibi, 1905 ve 1917 işçi vekilleri Sovyetleri gibi bir devlet, yoksa alışılmış tipteki burjuva demokratik cumhuriyet gibi bir devlet değil…

Ve biz kendi kendimizden korkuyoruz. “Sevdiğimiz”, “alıştığımız” kirli gömleğimizden ayrılamıyoruz!… Kirli gömleği atmanın zamanıdır, temiz çamaşır giymenin zamanıdır.” (1917 Mayıs’ında Lenin tarafından yazılan eser, ilk kez 7 Nisan 1917 tarihinde Pravda’nın 26. sayısında yayınlandı. Alıntı, “Bilimsel Bakımdan Doğru Olmak ve Proletaryanın Siyasal Bilincini Aydınlatmak İçin Partimizin Adı Ne Olmalı?” başlıklı bölümdendir.)

Elbette Komünist Manifesto’da bazı bilgiler Manifesto’nun yayınlandığı tarihten günümüze dek gelişen yeni bilimsel bulguların ışığında yeniden güncellenebilir. Ama bu güncelleme onun felsefi temelini, bilimsel yapısını ve belirlediği temel ilkelerini reddederek olamaz. Elbette isteyen herkes kendi adı üzerinden (Kautsky, Bernstein, Juarez gibi) bu tür girişimlerde bulunabilir. Ama Lenin’in de dediği gibi, bu tür “açılımlar” artık Marksizm adıyla adlandırılamazlar.

***

Uluslararası boyutta örgütlenmeleri ifade eden Enternasyonal sözcüğü, elbette farklı amaçlarla kullanılabilir. Ama Komünistler için tarihin her aşamasında, bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkların mücadelesini devrimci proletaryanın ideolojisi ve programı önderliği altında birleştiren bir örgütlenme olarak tanımlanmaktadır.

Marks ve Engels’in Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’ni ve Lenin’in Devlet adlı eserini yanında okumadan, Komünist Manifesto’yu anlamak mümkün değildir. Komünistlerin enternasyonalizm sözcüğünden anladıkları tek şey dünya ölçekli bir çerçevede bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkların mücadelelerinin birliğini sağlamaktır.

1888 yılında Manifesto’nun İngilizce baskısı için yazdığı önsözde Engels, üzerinde yaşadığımız topraklara ilişkin ilginç bir bilgi veriyor: Önce bunu aktararak Türkiye topraklarının anti komünist geleneğinin tarihçesini hatırlayalım. “Duyduğuma göre, Manifesto’nun birkaç ay önce İstanbul’da yayımlanacak olan Ermenice çevirisi, yayıncı, Marx’ın adını taşıyan bir kitabı çıkarmaktan korktuğu, çevirmeni de kendi adını koymaya yanaşmadığı için günışığına çıkamamış.”

Yani bizim köyde o günden bugüne sosyalizme yönelik devlet tavrı konusunda değişin bir şey yok.

Ne var ki, Elveda Proletarya travmasının yaratmaya çalıştığı ruhsal darlığı atamamış solumuzdan birilerinin Marksist enternasyonalizmi en temel unsuru olan sınıfsal bağından kopararak, bütünüyle görece olarak tanımlanabilecek “ilericilik-gericilik” ikilemi içerisine sokmaya çalışmaktadır: İlerici Enternasyonalizm. Böylesi bir çabanın, en iyimser yorumla sonuçta burjuva-küçük burjuva aydınlarının güzel sohbetler üretebildiği bir fikir kulübü olmaktan öteye herhangi bir anlama sahip olamayacağını görmek için çok fazla bilgiye de gerek yok. Biliyoruz ki toplumsal hayattan birazcık da olsa kopmak bile insanı kendi egolarının esiri haline getirebilmektedir.

Öncelikle, böylesi bir enternasyonalizm girişimi “ilericilik” sözcüğünü tanımlayarak yola çıktığında sınıfsal bir tanım yapmaktan kopmak zorundadır. Burjuva-küçük burjuva kitleler içerisinden de bu anlamda “ilericiler” çıkabileceğine göre (ve hatta Türkiye’de ne yazık ki ilericiler emekçi sınıflardan kat kat fazlasıyla bu sınıflar içinden çıktığına göre, bu adlandırma, sınıfsal bir belirginliğe denk düşmemektedir. Söz konusu olan bu örgütlenme düşüncesi sınıf dışı dinamikleri de mücadele saflarına katmak gibi bir anlayışla oluşturulmak isteniyorsa, bu da Türkiye sosyalist hareketinde fazlasıyla tanık olduğumuz Marksist sınıf ideolojisinin sulandırılması, kirletilmesi ve giderek asli hedef olması gereken modern sanayi proletaryasından koparılması sonuçlarını üretecektir.

Elbette her kişi her amaçla enternasyonal bir örgütlenme oluşumu içinde yer alabilir ya da kendisi de böylesi bir çabanın önderi olabilir. Ama işçi sınıfının örgütlenmesini hedefleyen her girişim Marksizm fırınında işlenmemişse yani işçi sınıfının devrimci mücadelesi için odaklanmamışsa, kesinlikle burjuvaziye destek sağlar. Bu gerçeği, sınıf bilinci içerisinde düşünebilen her devrimci bilir. “İlerici Enternasyonalizm” adının açılımı, “gelişimi engelleyen olgulara ya da süreçlere müdahale ederek gelişimin yolunu açma çabası” olarak tanımlansa bile, her sorun, sorunu çözmeyi amaçlayanların sınıfsal güdülerine bağlı olarak tanımlanacağına göre, işçi sınıfının fiili ve ideolojik önderliğini kabullenmemiş bir örgütlenmeden radikal bir sınıf devrimciliği beklemek mümkün değildir. Zira biliyoruz ki Komünist Manifesto’da sanayi proletaryasının sosyalist devrimin öncüsü olarak saptanması, onun “zincirinden başka kaybedeceği bir şeyinin kalmaması” nedeniyledir.

Varlıklarını ve varlık nedenlerini çoktan kaybederek tarihsel olarak ilk çıkışlarında özgürlükçü saflarda yer alan “liberal” burjuvazi henüz 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde bile özgürlükçü demokratik tavrını çoktan kaybetmişti. Geçmişte ilericiliğin bayraktarlığını yapmaya çalışan burjuva liberalizmi, ömrünü hızla tüketerek, gelişen kapitalizmle uzlaşmak zorunda kalmıştır. Büyük çoğunluğu tekeller tarafından ezilerek işçi sınıfı ya da küçük burjuvazi saflarına akan bu kesimlerin sınıf hareketi içerisinde yarattığı kirliliklerden biri de işçi sınıfı ideolojisinden kopma çabalarıdır. Eski sınıfsal reflekslerinin bir kısmını uzun süre koruyan bu kesimler, modern sanayi proletaryası ile aralarındaki farkı “ilericilik” ikilemi içerisinde yaşatma çabası içerisinde aktif olmuşlardır. İlerici Enternasyonalizm düşüncesi ya da yapılanması da en azından şimdimi görünümüyle belli ki işçi sınıfının tamamen dışında üretilmiş bir aydınlar locası olmaktan öte bir anlama sahip olamayacaktır.

***

Marks 5 Mayıs 1875’de W.Bracke’ye yazdığı mektupta Lassalle’cılara karşı tavrını kendisi ve Engels adına bir ilkenin altını çizerek özetliyordu: “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.

Ne yazık ki bizim kuşak da artık eski tüfek oldular. Bu elbette çok doğal bir gelişme. Ama artık zamanın dilini anlamakta güçlük çekiliyor ve her şey birbirine karıştırılabilmekte, giderek daha fazla sorun üretmektedirler.

Sanırım 10 yıl önce yazmıştım: Bizim kuşak önderliği genç kuşaklara bırakmalıdır. Aslında bu çoktan yapılmalıydı. Ne var ki hangi nedenlerle olursa olsun, bugün 50 yaşındaki “önderleri” genç tanımlaması ile sahneye çıkarıyorsak çalışmalarımızda bir sıkıntı var demektir.

Ve her örgütün yönetici organlarında çoğunluğu işçi sınıfından devrimciler yer almadığı sürece, Türkiye sosyalist hareketinin “sınıfın örgütlenmesi” gibi bir derdi olmayacaktır.

Gelecek sürecin özellikle toplumsal yaşamın içinden gelen; özellikle genç (yani gelişimini sürdürmekte, sürekli yenilenmek yeteneğini kaybetmemiş olan); özellikle alt sınıflardan (yani yaşamın içinden) ve özellikle geniş katılımlı olması gerekir. Aydınlardan kopmadan ama her zaman bilginin erkinin kullanımına yönelen aydın hilelerine de teslim olmadan; kendi önderlik kimliğini yaratabilmiş ve bu nedenle lider arayışına girmeden varlık gösterebilen yeni kuşaklar geçmişi kökten reddedebilen değişimlerin önderleri olabilirler.


Umut Gazetesi – 20.07.2020

Tags: ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑