Söyleşiler

Published on Mart 27th, 2022

0

Piroğlu: İşçiler bir sınıf olmanın farkına vardı

Yaşanan işçi eylemlerini değerlendiren HDP’li Musa Piroğlu, var olan sürecin işçilere sınıf bilinci ve öfkesi kattığını söylüyor.


Söyleşi:  Roni ARAM

Asgari ücretin belirlenmesinden sonraki süreçte sıra işçi ve emekçileri ilgilendiren ücret zamlarına geldi. Özellikle ocak ayı itibarıyla birçok zam asgari ücretin altında kaldı. Dahası elektrik, doğalgaz, gıda, benzin, kiralar gibi neredeyse hayatın her alanına yansıyan yüksek zamlar yapılan ücret iyileştirmesini de karşılamadı. Başta kuryeler olmak üzere tekstilden demir çeliğe, İstanbul’dan Antep’e işçi eylemleri yayılırken Şırnak’ta, Silopi’de ise halk elektrik zamlarına karşı yürüdü.

İstanbul’daki, Kocaeli’ndeki hemen hemen her eylemde yer alan HDP Milletvekili Musa Piroğlu, yaşanan işçi eylemlerini değerlendirirken bunların sadece bir başlangıç olduğunu kaydetti.

Yeni emperyalist paylaşımdan 24 Ocak 1980 kararlarına kadar uzanan bir tablo çizen Piroğlu; tablonun birden bire ortaya çıkmadığını, kapitalist sistemin ve neo-liberal politikaların vahşileşmesiyle ivme kazandığına dikkat çekti.

HDP’li Piroğlu yaşananları ve önümüzdeki süreci ANF için değerlendirdi.

Ocak başından bu yana birçok işçi eylemi gerçekleşti. Bir bütün olarak baktığınızda eylemleri nasıl karakterize ediyorsunuz?

Birincisi, bu dalganın kendisi bir tesadüf değil. İkincisi, kamuoyu bunu böyle büyük bir coşkuyla, yeni bir dalga kavramıyla tarif etti. Ben bunu bir çeşit başlangıç süreci olarak görüyorum. Ayrıca bunlar öyle Ocak’ta birdenbire olmuş şeyler de değil. Aslında 1980’deki 24 Ocak kararlarından bu yana uygulanan ekonomi politikalarının, işçi sınıfını getirdiği düzeyin artık kabul edilemez bir yere varmış olmasının yol açtığı bir hareketlenme. Bu süreç Türkiye’de üretim karakterinin yeni bir şekil almasına da yol açan, ülkeyi bir ucuz iş gücü cennetine çevirme ve bir çeşit küçük Çin yaratma çabası ürünüydü.

Bu Çin benzetmesi özellikle eylemlerden bir süre önce de tartışıldı…

Evet, bu sürecin devamıydı çünkü. Dünya yeniden bir paylaşım süreci içerisinde, o yüzden bütünsel bakmak gerekli meseleye, sadece burada başlayan eylemler olarak değil. Hatta Ukrayna çatışmasıyla paralel. Uluslararası emperyalizmin kendisi yeniden paylaşım sürecine girmiş durumda. Bu da yeni bir dalga değil. Uzun süredir devam ediyor ve ABD klasik paylaşım sürecinde kendi konumunu, hegemonyal gücünü korumak için elinden gelen bütün çabayı sarf ediyor. Önündeki temel güç ise, Çin’in önderliğini ettiği temel bir dinamik. Çin ekonomik olarak devasa bir büyümenin içinde. Bu büyüme küresel ölçekte pazarların, enerji havzalarının, ticaret ve enerji geçiş yollarının yeniden paylaşılmasını gündeme getiriyor ve ABD de kaybettiğinin farkında. Eğer Çin’i engelleyemezse ABD 40-50 yıl içinde bugünün İngiltere’sinin durumuna düşecek. Bu nedenle de bütün enerjisini, çabasını Çin’i durdurmak üzerine veriyor. Çin’e karşı mücadele, işte Ukrayna savaşında da görüldüğü gibi batı blokunun arkasına alarak, Çin’i yalnızlaştırarak, Çin’in yanındaki güçlere saldırarak bir dizi çatışma şeklinde gidiyor. Bunun bir de ekonomik boyutu var. Çin dünyanın en büyük ara üreticisi. Dünya sanayisi büyük oranda hem madencilik hem de ara malında Çin’e bağımlı. ABD, Çin’e karşı mücadele ederken bir yandan da Çin’in bu hegemonik ara ve maden üretme konumunu da sonlandıracak bir çabanın içine girdi.

Peki bunun Türkiye yansıması neydi?

Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarından sonra ithal ikameci sistemden ihracat ağırlıklı bir sisteme geçerken, yani üretim yapısını değiştirirken, aynı zamanda bunun garantisi olarak ucuz iş gücü yaratma hevesine girdi. Ucuz iş gücü yaratmanın temel koşullarından biri, emeğin esnekleştirilmesiydi. Emek esnekleştirildi ve işçi sınıfı birbirinden koparıldı. İkincisi güvencesizleştirmeydi. İşçi sınıfının büyük bir kısmı güvencesiz hale getirildi ve enformel sektöre yığıldı. Aylık ücrete çalışırken günlük ücretli çalışır hale getirdi.

Somut bir örnek vereyim. Tersanelerine çok sık gittim. Orada bundan üç-dört yıl önce 38 bine yakın işçinin çalıştığı yerde işçilerin yüzde 90’ı aylık üstünden çalışıyordu. Şu anda ise 32 bine yakını günlük ücretle çalışıyor. Bu da işçi sınıfının güvencesizliği anlamına gelir.  Ayrıca işe gitmediğiniz gün ücretinizi keserler ve sizi istedikleri anda çıkarırlar. Üçüncüsü de işçi sınıfını örgütsüz hale getirme. Şu anda işçi sınıfının yüzde 86’sı sendikasız.

AKP de aslında 24 Ocak kararlarını uyguladı değil mi?

Hatta hem kesintisiz hem de bence en sadık uygulayıcısı oldu ve derinleştirdi. Sadece iş gücünü değersiz hale getirmedi, ülke kaynaklarını da bu yağmanın içine kattı. Madenciliğin ve ulaşımın önündeki bütün engelleri kaldırdı. Var olan hegemonik gücüyle yaptı bunu. Üçüncü havalimanını, otoyolları, tünelleri yaptı. Dağları, taşları her yeri madenciliğe açtı. Ülkeyi Avrupa’nın ara malı üreticisi ve küçük Çin’i yapmak için uğraştı ve bu konuda da ciddi yol alıyor. Gerek mülteci emeğinin üretime sunulması gerekse işçilerin örgütsüz hale getirilmesiyle… Buna işçi sınıfının yaşam koşullarının, çalışma koşullarının kötüleşmesi de eklendi.

Tüm bu tablonun sonucu dediğiniz eylemlerin devamlı olarak da içindeydiniz. Oradaki gözlemleriniz nelerdir?

Ben Migros depolarının yeni eylemlerine de, bundan önce Gebze’deki depoya da gittim. Tekstilde de işçileri dinledim, eylemdeki sağlıkçılarla da konuştum. Örneğin depolardaki işçileri dinlediğimde aklıma tek gelen şey, Emile Zola’nın “Germinal” romanında anlattığı madenci kasabası ve madendeki çalışma koşuluydu. Yani işçi sınıfı 1750’li yıllara geri dönmüş durumda. Taciz, kölece çalışma, emeğin ve insanın değersizleştirilmesi ve sürekli hakaret, tehdit ve baskı… Bununla çalışıyorlar ve işçiler buna karşı çok öfkeli.

Dardanel işçileri bir mektup yazmıştı, hatırlarsınız. Kamuoyunda çok gündeme geldi, özellikle çalışma koşulları. Orada bizi kalemle dürtüyor, hakaret ediyor diyorlardı. Bunun yanı sıra taciz var, kameralar var. Tuvaletlere kadar hatta! Bu arada nereye giderseniz gidin kadın işçiler bunun en fazla mağduru durumunda.

Tüm konuştuğum işçilerde şu vardı: Emeklerinin değersizleştiğini ve insanlıktan çıkarıldıklarını fark ediyorlar. Şu dönemki işçi hareketinin belki birinci yönü kendini sadece ücretle sınırlamaması. Tam tersine ücretten öte koşullarının düzeltilmesini istiyorlar. İnşaat işçileri birkaç yerde eylem yaptı. Mesela Ataşehir Finans Kent’te yemek boykotları, havaalanı eylemi de aynıydı. Hiçbirinde ücret belirleyici değildi. Hepsinde yemek, barınma ve çalışma koşullarıyla işçi kendi sınıf kimliğini ve insan olma mücadelesinin farkına varıyor. Ben bunu 84’te Kürt halkının kendi kimliğinin, insanlıktan çıkarılmış olma durumunun farkına varması olarak görüyorum ve bir çeşit insanlaşma mücadelesi verildiğini düşünüyorum.

İşçiler, onurlu çalışma koşulları ve onurlu yaşayacağı bir ücretin sağlanması talebiyle hareket ediyor. Bu dönem tepkinin en alttan, güvencesizler ve örgütsüzlerden başlaması kadar da doğal bir şey yok. Çünkü bunu en yoğun onlar yaşıyor ve bunlar işçi sınıfının büyük bir kısmını oluşturuyor. Sendikaların olmadığı yerdeler.

Bu dönemdeki işçi dalgasını belirleyen şey, -ki siz de zaten işçilerin yüzde 86’nın da örgütsüz olduğunu dile getirdiniz- hareketlere yön veren büyük konfederasyonların ve sendikaların olmayışı. İstisnalar var elbette ama daha çok bağımsız sendikalar var. Bu durum neyi işaret ediyor sizce?

İşçilerin ciddi bir sendika ve örgüt arayışı var. Birçok eyleme ve greve katıldım, bir sendikacı arkadaşla konuşmuştum gittiğim eylemlerden birinde ve dedi ki; ‘herkes sendika arıyor ama sendika yok.’ Yoksa korkunç bir örgütlenme arayışı var. Çünkü işçi şunun farkında: Tek başına bir şey yapamıyor. İşçi yan yana geldiğinde ilk edindiği bilinç sendika bilincidir. Ve meşru gördüğü örgüt de sendikadır. Ne yazık ki var olan sendikaların hiçbiri piyasada yok, eylemlere dahil de olmuyor.

Geldiğimiz durumun suç ortaklarından biri; var olan sendikalardır. Sendikalar 80’den bu yana işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi, güvencesizleştirilmesine seyirci kalarak, izleyerek ve hatta hiç ses çıkarmayarak suç ortaklığı yaptı. Taşeron ve özelleştirmeler onların döneminde yapıldı. Örneğin; 2009’daki Tariş, Tekel eylemleri hemen hemen paralel gidiyordu. Benzer dönemlerde özelleştirmelere uğradılar. Bu süreçte hiçbir sendika birbiriyle yan yana gelmedi. Herkes kendi bulunduğu yerde yürüdü. İki; sendikalar kendi üyelerinin özlük mücadelesi dışında ve aslında biraz da oradan gelen, o garanti aidatın verdiği rahatlıkla da bu taşeronlaştırmaya ve özel sektöre neredeyse sessiz kaldı. Başta bahsettiğimiz 24 Ocak Kararlarından bu yana uygulanan çerçevelerden biri de kayıtsız özelleştirme faaliyetiydi.

Bunun sendikalara etkisi neydi tam olarak?

Bu özelleştirmeler yıllarca kamuda örgütlenmiş, burada kendini var etmiş kitle sendikalarının daralmasına yol açtı ve etki gücü çok aza indi. Üçüncü nokta da artık sendikaların işçi hareketi üzerinde bir hegemonik ağırlığı kalmadı. Bütün bunlar birleştiğinde, şu anda sendikalar var olan yapılarıyla bir fren rolü oynuyor. İşçi hareketini görmeye başladılar. Zaten bu hareketlerin sendikasız alanlarda çıkması tesadüf de değil. Bağımsız sendikalar var ama şöyle bakmak gerekiyor, bu bağımsız sendikalar büyük oranda hareket başlayınca dahil olabiliyor. Direnişe sözcülük ediyorlar ama buradan bir büyüme sağlayabilmiş değiller. Çünkü en büyük engel, işkolu sendikacılığı yasasının kendisi. Örneğin Gebze’de Pas South işçileri… Onlar toplu sözleşme yetkisi almış. Direkt yetkiye itiraz etmiş fabrika. Ne olacak? En az dört beş yıl sürecek bir dava süreci… Daha önce de Eskişehir’de böyle bir itiraz ve mahkeme süreci vardı ve dava altıncı yılındaydı. Yani yasa zaten sendikalaşmanın önüne engel. Patronlar ucuz emek gücü ya da cenneti yaratmak için uğraşırken iktidar da yasal düzenlemeleriyle bunun koşullarını ve imkanlarını yarattı. Meclis sıkı çalıştı patronlar için.

Bir nevi işbirliği içinde…

Hatta direkt sermayenin emrinde çalıştı. İşbirliği denince bağımsız güçler gibi görünüyor ama kapitalist bir toplumda devletin görevi, patronun isteklerini yapmaktır. Onun yönünde çalışmaktır ve AKP bunun bütün yasal koşullarını yarattı. Hatta bizzat devletin kendisi patronudur. Artık belki de hiç olmadığı kadar burjuvazi, yönetici bir güç. Turizm Bakanı, bu ülkenin en büyük turistik tesislerinin sahibi, Ekonomi Bakanı devasa bir şeyi yönetiyor, Sağlık Bakanı özel hastaneler, Milli Eğitim Bakanı geçmişinde özel okul sahibi. Neredeyse milletvekillerinden özel sektörden gelmeyen, şirketi olmayan kimse kalmamış durumda. Devlet patronlarla beraber onların emrinde çalıştı. Bunun yasal zeminini yarattı. 80’de askeri darbe bu amaçla yapıldı. İşçi hareketi bastırıldı, sendikalar teslim alındı.

Öte yandan ülke halkı akşamdan sabaha bir korkunç yoksullaşmayla uyanıyor. Bu, o kadar yoğun bir saldırı haline geldi ki, üç günde benzine üç kere zam yapılıp 10 lira olan benzin 25 liraya çıktı. Kiralar bin küsurdan 5 bine çıkıverdi. İnsanlar yiyeceğini alamaz, ulaşımı karşılayamaz ve hatta ısınamaz hale geldi. Bu travmatik durum bir tepkiyi getirdi. Bu tepkinin bir boyutunu işçiler aldıkları ücrette gördüler. Kölece çalışıyorlardı. Belki buna boyun eğebilirlerdi ama kazandıkları, bu yedikleri hakarete, kölece çalışmaya yetmez hale geldi. Bu eylemler sonucunda belli yerlerde kazanım oldu. Bu kazanım yayıldı. Bence dalganın başlangıç aşaması, belki şu an için bir sakinliğe bürünmüş görünüyor; ama önümüzdeki süreç hem işçi hareketinde hem de bir bütün olarak işçi sınıfının bir parçası olan yoksullarda bir öfke birikimini ve yeni patlamaları getirecek.

Burada bir sınıf öfkesi var ve yeni bir patlama da gelecek yani?

Bu iktidar bir iş başardı bizim için. Turgut Özal’ın ekonomi politikalarından itibaren bu ülkede sınıf kini bitmişti. Herkeste bir zenginleşme arayışı, zenginleşme çabası ya da beklentisi vardı. Bu iktidar işçi sınıfı, yoksullara ve küçük esnafa zenginleşemeyeceklerini gösterdi. Yani var olan ekonomi yapı içinde, artık hiç kimsenin kendi çabasıyla, emeğiyle bir yere varma şansı yok. En son Milli Piyango vardı herkes alıyordu. Demirören sağ olsun, onu da bitirmiş oldu. İnsanların bu umudunu da tükettiler. İşçiler bir sınıfı olmanın farkına vardı, dediğim şey bu. Patrona, zengine hayranlık duymak, yerini patrona ve zengine düşmanlığa bıraktı. Bu sokakta da böyle, mecliste de.

Örneğin bütçe görüşmelerinde CHP lideri çıkıyor, evinin ne kadar sade, sakin olduğunu gösteren videolar yayınlıyor. Çünkü halk artık Erdoğan’ın sarayda yaşamasından rahatsız ve ben AKP’nin saraydaki kültürü ve kendi şatafatını, safahatını izah etme derdine girdiğini fark ettim. Savunmaya çekildiler. Toplum bundan rahatsız. İnsanlar kendi yaşam koşullarını görüyor. Bunun değiştirilemeyeceğinin farkında. Öbürünün var olan şatafatını sorgular hale geliyor. Öfke birikiyor. Bu, sendikaları da zorluyor. O sendikal bürokrasinin maaşları, arabaları, kültürü, işçiler içinde bir tepkiyi getiriyor.

Onlar açısından ikinci önemli bir işe daha yol açtı: Sendikal yapılar sorgulanıyor. Küçük özlük hakları için mücadele eden, kendi alanını korumaya çalışan ama işçi sınıfının yüzde 90’ından kopmuş bir sendikacılık var. Doğal olarak da bağımsız sendikaların önemi burada çıkıyor. Başka tür örgütlenme arayışları gündeme geliyor.

Yöntem açısından başka tür eylemler de gelişmeye başladı. Örneğin patronun evinin önüne gidildi, sanal medya aktif kullanıldı. Sendikal mücadele yöntemi de değişiyor bu dönemle birlikte denebilir mi?

Dediğiniz şeyi bir örnekle anlatayım. Biliyorsunuz, çok tartışıldık. Birileri “patronun evin önüne gidilir mi?” diye konuştu. Birileri “çoluğu çocuğu rahatsız oluyor” diye. Ben o Tuncay Özilhan’ın evinin önüne daha önce de gittim, Migros’un ilk direniş döneminde. Polis gene sert müdahale etti, tartakladı, hatta bir işçinin kolunu kırdı, gözaltına aldı. Bir; orası bir meydan. Kimsenin kapısının önü değil. Bildiğiniz bir sokak. Çünkü patronlar öyle caddeye bakan evlerde falan oturmaz, lüks sitelerin içinde oturuyorlar. O sitelerin önünde de meydanları var. Zaten kapıda güvenliği ve koca bir çevik ekibiyle korunduğu için hiç kimse giremiyor. İki; patronun evine girmek çocuğunu rahatsız etmek, tedirgin etmek sözleri, orta üst sınıf bakış açısının dile gelmesinden başka bir şey değil. Patron işçinin her gün evinde. İşinden atıyor. Onu güvencesiz bırakıyor. İstediği saatte mesaiye getiriyor. Gelmeyeni kovuyor, onun çocuğunun hayatını elinden alıyor. Ekmeğinin kursağından alıyor çocuğun. Bazıları ise “patronun çocuğu rahatsız oluyor” diye işçiye kızıyor.

İşçi artık şunun farkında: Patron ona gelmeyecekse o patrona gidiyor. Duyacak ve rahatsız olacak. Rahatsız olması gerekiyor zaten. Herkesin rahatsız olması gerekiyor. Sadece patronun değil, iktidarın rahatsız olması gerekli. Evet, Migros niye kazandı? İşçi orada direndi. Ama bütün halk dayanışmaya girdi. Boykot başladı. Sadece pasif boykot yapılmadı. Kamu ilk defa aktif bir destek verdi. Marketlerin içinde direnişler oldu, sanal medyada destek ağları kuruldu. Bu ülkenin sanatçıları, aydınları, yazarları, şairleri, Migros işçisine destek verdi. Ama bir tane büyük sendika o boykot eylemine ya da destek sürecine dahil olmadı!

Neden sizce?

Bunun bir takım sebepleri var elbette. Hem sendikal rekabet var, iç sürtüşmeler vs. hem de konfor alanlarını terk etmeme ve patronlarla karşı karşıya gelmeme arzusu. Çünkü Migros’un direndiği patronun bir dizi sektörde büyük üretimi var. Oralar da karşı karşıya gelmemek adına işçiyi burada çok rahat harcayabiliyor. Yani korkunç bir oportünizm de söz konusu.

Siz gittiğiniz eylemlerde nasıl karşılandınız peki HDP vekili olarak?

HDP’li milletvekili olarak sınıfın içinde çalışmak zor bir iş. Çünkü şovenizm, bir sürü devlet propagandasıyla birleşiyor. Ben bir direnişe gittiğimde hatta daha gitmeden fabrikanın içine “teröristler geliyor” deniyordu. Örneğin Bakırköy Belediyesi’ne gittim. İlk gittiğimde mırın kırın eden çok kişi vardı. Son gittiğimde bir işçi arkadaş dedi ki “vekilim sayende herkes HDP’yi sevdi.” Çünkü Türkiye’deki halk kitlelerinin tamamı işçi sınıfı, yoksullar, köylüler, toprak mücadelesi veren köylüler. Bu kesimlerin HDP’den beklentisinin de arttığı bir dönem yaşıyoruz. Sınıf mücadelesine girdiğimizde, kimlikler üstünden yaratılan o hegemonik dalga da dağılıyor. Ve biz bu alanlara girme koşullarına sahibiz. Nereye gitsem yaygın olarak Kürt işçilerini mücadele halinde görüyorum. Çünkü mücadele dinamiği, politik bilinç yüksek. Davayı taşıyıcı unsur haline geliveriyorlar. Bu yoksul hareketinde de böyle örneğin elektrik zamları vb. şeylerde gördük. Bu bize ciddi bir görev çıkarıyor. Karşımızda koskoca bir dalga duruyor. Sadece Türkiye açısından değil, dünya işçi sınıfı ve halkları da hareket halinde. Biz buradan çıkarız diye düşünüyorum.


Roni Aram – ANF – 27.03.2022

Tags: , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑