Makaleler

Published on Nisan 29th, 2022

0

Hoşça kal hayat | İ. Metin Ayçiçek


Ahlâk yoksunluğuyla tanımlanan bir gelecek kurgusunun inşasında rol alıp, haramilerle günah ortaklığı yapmayı tercih eden bir milletin uyandırılabilmesi için kaç genç intiharına daha ihtiyaç vardır bu ülkede ey halkım?

23 Nisan Çocuk Bayramı’nızı kutlamış mıydım? “Kutlu olsun!” diyemem, dilim yanar! Ve yatsıya kadar bile yanamaz çağımızda yalancının mumu.

Neden mi?

“Adalet Bakanlığı verilerine göre cezaevlerinde anneleriyle birlikte kalan 0-6 yaş arasında 396 çocuk bulunuyor. Türkiye genelindeki cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olan 12-18 yaş arasındaki çocuk sayısı ise 2 bin 76. 

23 Nisan Çocuk Bayramınız kutlu olsun???

********

Ramazan Bayramı (yani Şeker Bayramı) yaklaşıyormuş. Çocuklar ev ziyareti yaparak şeker toplarlardı kendileri için çocukluk anılarında. Nazım Hikmet de bilirdi bunu, “çocuklar şeker yiyebilsinler” diyordu Hiroşima katliamını lanetlerken.

Sahi, aklıma geldi, bu bayramda çocuklara verebilecek şeker bulabilecek misiniz?

Geçmişte dünyanın ünlü şeker pancarı üreticilerinden ve kuruluşuyla birlikte devlet eliyle birçok şeker fabrikası yapılmış olan bu ülkede, Zebaniler ve Hırsızlar Devleti eliyle var olan şeker fabrikaları “özelleştirme” adıyla eşe dosta peşkeş çekildikten sonra, yani bugün, bayramda, çocuklara şeker verebilecek misiniz?

********

 “Şu dünyada yaşayan herkesin çocuğu, kardeşi ve sevgilisi olabilecek olan ve daha 26 yaşında (8 Nisan 2022 tarihinde) ellerimizin arasından kayıp giden Metehan Akbaş’a” diye bir ithaf ile başlıyordu Savaş Karaduman’ın “Hoşça Kal Hayat” başlıklı müthiş şiiri. (Aşağıdaki şiir alıntıları Karaduman’ın şiirine aittir.)

Şiirin yanında, bir fotoğraf, elinde bir klarnetle hareketsiz duran bir delikanlı… Gençliği, sanatı, müziği yani bilcümle güzellikleri, yani umut’u taşımak istiyordu hepimize… Başaramadık onu yaşatmayı…  

Tanıdınız mı? Artık tanıyıp tanımamanız bir anlam ifade etmeyecek, bilesiniz! Çünkü onu bütün intiharlarda olduğu gibi, sessizliğimiz içinde boğarak öldürdük zaten, çok öncesinde ve elbirliğiyle.

“ Ve… Herkesi ustaca atlatarak

Kendi dağına çarpan kanadı kırık bir kartal gibi

Boşluğun kucağına saldı kendini adam…”

– Çelik eritme kazanında ve kendi içinde –

Yanan ateşe çarpana kadar çırptı kanatlarını…

********

Beceremedim yüreğimin isyanını bastırmayı, dinlemedim son sözünü Metehan, ağladım senin için delikanlım.

Ağladım delikanlım, çünkü ‘seni’ yaşadım, bir şiirin içinden. Bir kuş gibi fırlayıp, kanatlarını çırparak uçup gittin sonsuzluğa doğru. Acelen neydi çocuk? O kadar mı kızdırdılar seni ki beklemedin sıranı? Ve onuru tutabilmek için avuçlarının içinde, ölümüne yarıştın bir alçak haraminin cehenneminde? Acını paylaşmaya zaman kalmamıştı, biliyorum… Geride kaldık yeşertmek için senin umutlarını. Oysa gözümüzün önünde binlerce suretin can çekişiyordu her gün bir yerde, bu ülkede. Sustuk…

Şimdi haramiler kol geziyor savunmasız sokaklarda ve sen yoksun! Aile boyu harama batmış, hırsızlığı belgelenmiş bir cumhurreisi, soysuzluğu belgelenmiş sapık bir polis şefi, ruhunu şeytana satarak kendi askerini katletmiş bir başkomutan-bakan ve din satarak haramla beslenen Hıyanet İşleri Başkanı… Yani, halkın açlığıyla yeryüzünde yaratılmış cennet saraylarının ırmaklarından kan akıyor, ağaçlarında her türden uyuşturucu çiçeği ve Kuran kurslarında gılmanlaştırılan küçücük çocuklar.

Ve biliyoruz ki gören göz görmezlikten gelince ve konuşan ağız konuşmamak için koparınca kendi dilini, düşünen beyin üç kuruşa satarak ahlakını ve vicdanını kaybedince ve bir avuç zebaninin elinde paraya dönüştürülünce din… İşte Saltanat-ı Tayyip ve Kırk Haramiler.

Sağ iken seni görmeyen gözlere lanet okudum çocuk, kendileri için yaratılan kirlenmiş yaşamlara hapsolanlara öfkemi kustum yeniden yeniden yeniden… Ödenen bedelleri kaldıramıyor fazlasıyla parçalanmış yüreğim. Vasiyetine uyamadım, ağladım.

Ve on kez yüz kez okudum Nazım’ın şiirini bağıra bağıra, duyura duyura, çağıra çağıra…

Bir deprem sonrası gibi seslendi Metehan, yer üstünde kalanlara: “Kimse var mı orada!.. Kimse var mı yukarıdaaa!” Umutla bekledi yardımı… Çıt yoktu…

Ferhat´ta gürz olup dağ delen güç, belli ki yitirmişti sesini artık… Bütün dinlere ihanet etti ve şeytanla anlaştı Tayyip. Halkın parasıyla bir ölümü kutladı saray sanatçılarıyla ve bir ramazan içinde. Ve artık bağırmaya gerek yoktu… Metehan yanıt veremez, Metehan klarnetini üfleyemez, Metehan geleceğe yürüyemez.

Ve saray soytarıları, en şık elbiseleriyle yer aldılar bir cinayet sonrası bir katilin evinde. Hepsi “sanatçı”.  Ve sanatçı bir soytarı dalgasını geçti başına yerleştirdiği kocaman bir simitle, halkına açlığı öğütledi, bir Hırsız Cumhurbaşkanının haram sarayında harama ortak olarak.

********

On kez, yüz kez okudum Nazım’ın şiirini bağıra bağıra, duyura duyura, çağıra çağıra…

Bu ülkede buzdan soğuk muydu bu halkın duyguları ki bu kadar sessiz kalabiliyor zulüm karşısında? Kulakları neden duymaz oldu bunca müminin. Her şey gözünün önünde gerçekleşiyor ve hiçbir göz görmüyor bu zulmü öyle mi? Yalan!

Nazım’ın şiirini bağıra bağıra, duyura duyura, çağıra çağıra okuyorum yüzümü bu koyun sürüsünü çevirip:

“Akrep gibisin kardeşim, /  korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. /

Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. /

Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. / 

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için / üzüm gibi / eziliyorsak / kabahat senin, / – demeye de dilim varmıyor ama – kabahatin çoğu senin canım kardeşim.” (Nazım Hikmet) 

Ve bir klarnet bütün notaları attı gayya kuyusuna ve bir güvercin gibi süzüldü köprünün üzerinden sonsuzluğa doğru bir genç.

“Yaşamın artığı -firesi- olmasın kimse” diye duyurdu son dileğini mektubunda.

“Ay ışığı gibi kırgın ve kırık /

Kırıla kırıla düşüyorum ateşin en harlısına – ışığımı kaybederek –

Hoşça kal hayat !” diyordu sonsuzluğa itilmişken,

Duyan var mı?

********

En güzel şiirlerin bile anlamını yitirdiği bir andı o an: “Ağlamayın, içim ölmüştü zaten, / Gözlerimi kapattım sadece..” dedi ve umutsuz ve küskün ayrıldı aramızdan genç müzisyen Metehan.

Cinayet örgütü bir sarayda toplandı, bir Ramazan günü ve sanatçılar süslediler ilmik ilmik haramla pişirilmiş zehir-zıkkım iftarı. Pırlanta yüzükler, gerdanlıklar ve modacıların elinden çıkmış giysileriyle kalbini yitirmiş yaratıklar… Ahlaki bir çöplüğü andırıyordu, ellerindeki susamlı simiti aç kitlelere öneren bu gübre yığını.

“Ay ışığı gibi kırgın ve kırık / Kırıla kırıla düşüyorum ateşin en harlısına – ışığımı kaybederek – / Hoşça kal hayat !” diyordu sonsuzluğa itilmişken Metehan!

Duyan yoktu!

********

Bir genç neden intihar eder ki?

Biliyorum, düşmana inat dayanmak gerek! Biliyorum, direnmek yaşamaktır! Biliyorum çocukluk hayallerimizi kaybetmeden savaşmalıyız yaşam için!

“Ağlamayın, içim ölmüştü zaten, gözlerimi kapattım sadece.”

Nasıl bir duygu üretebildi, insanlığı yüzyıllarca utançla boğabilecek bu muhteşem cümleyi! Nasıl bir yaşamdı onu bu korkunç çığlığa ulaştıran öfke? Nasıl bir umutsuzluktur “klarnetini yaşatamama korkusunu” besleyen yetmezlik duygusu?

Bir toplumun, bir halkın toplu intiharı değil midir körlük ile açıklanması mümkün olmayan bu ilgisizlik, bu duyarsızlık, bu sessizlik? 

Metehan Akbaş’ın geride bıraktığı veda mektubunun bu son cümlesi “içi çürütülmüş, ruhunu kaybetmiş, kimliği öldürülmüş bir ülke halkını” tanımlamıyor mu gerçekte? 

******** 

Duymadınız, biliyorum!

Duysanız, elinizi uzatırsınız diye kandırıyorum kendimi. Bahadır Odabaşı’na kızmak istiyorum intihar etti diye, 16 yaşında, yaşamının ilkbaharında.

16 Ocak 2022. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen ve 4 yıldır tutuklu yargılanan öğretmen Nurettin Odabaşı’nın 16 yaşındaki oğlu Bahadır, Diyarbakır’da yaşadığı sitenin apartman boşluğuna atlayarak intihar etti.

Fethullahcı olduğu iddia edilerek tutuklanmış Bahadır’ın babası. “AKP kongresinde Fethullah Gülen’e “gel artık, bu hasret bitsin” çağrısı yapan baş Fethullahçı o timsah, yani Tayyip Erdoğan değil miydi? Gülen’in elini öpmek için sabırla sıra bekleyen o onursuz kifayetsiz muhteris, yol arkadaşlarına ihanet ede ede sürdürdü iktidar yolculuğunu. Hani yüzüğünü gösterip, bundan fazla servet edinirse “hırsız olarak” hesap sorun diyen, bugün milyarlarla oynayan o ahtapot değil midir geçmişte Fethullah’ın en büyük desteği? O kazandıkça sadece ülke değil, tüm insanlık kaybetti ve kuruttu insanî değerleri besleyen kan damarlarını tek tek. Bu kadar iğrenç bir ilişkiyi Soysuz-Tayyip-Devlet kaldırabilirdi ancak.

Sosyal medyada taziye mesajı paylaşan HDP Grup Başkan Vekili Meral Danış-Beştaş, geçmişte, “KHK’ler sosyal idamdır” demişti. Keşke doğrulamasaydı yaşam böyle bir öngörüyü. “Çocuklar geleceklerini kaybettiler.”

CHP’nin İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca da “KHK ile insanlar sivil ölüme terk edildi. Bahadır da babası ihraç edilen, babasının ihracı ile toplumda ötekileştirilen, ailecek sivil ölüme terk edilen bir genç” paylaşımı yaptı.

16 yaşında bir genç, aidiyetini oluşturan değerleri bütünüyle kaybedince “geleceksiz” kalır. Sosyal medyada bir yorum okudum: Bahadır, bizim çocuğumuz, bu dünyadan göçtü gitti, bizim yüzümüzden, babası KHK’lı diye ‘duyarlı’ aydınlarımızın sanatçılarımızın ağzını bıçak açmıyor.”

Bu çok haklı bir eleştiridir elbette. Hangi inanç ya da politik grup içinde olursa olsun, böylesi bir olayda duyarsız kalabilen bir kişiye bırakın “aydın” demeyi, “insan” bile denemez.

İntihar edenler arasında bile birileri desteksiz kalabiliyor. Ne garip, ne dehşet bir acımasızlık, nasıl bir değer kaybıdır ki bu, tutuklu baba oğlunun cenazesine elleri kelepçeyle üç beş dakika ancak katılabildi. Hangi şerefsiz imamdır ki o, bir gencin ölümünde devlet yanlısı tutumuyla öne çıkıp, cenaze töreninde fotoğraf çekimini yasaklayabiliyor. Ruhun kurusun! Ve seni yaratan tanrıya düşmanım ben bilesin, senin gibi bir ruhsuzu yarattığı için.

********

Ülkemde haramzade katiller sürüsü, iktidar duygusuyla sarhoş olup özgür dolaşırken, bir başka genç, dünyaya meydan okuyordu kendi canı pahasına.

Ahlaki depremin yarattığı korkunç tsunaminin dalgaları arasında boğulurken Yunus Gezer, “imdaaat” diye değil “biraz ahlaaak!” diye bağırıyordu sahilde ölümünü seyredenlere. “Kimse var mı orada!.. Uzatın elinizi…Kimse var mı oradaaa!” Umutla bekledi yardımı… Çıt yoktu…

İzmir’de 3 Ocak 2022‘de intihar eden 25 yaşındaki üniversite öğrencisi Yunus Gezer’in geriye bıraktığı intihar mektubu, sesini çıkarmayan yani şeytanını taşlamayan bir halk için hazırlanmış bir iddianameydi sanki:

“Bu bir intihar mektubudur. Öncelikle sorumlusu asla bir kişi değil herkestir. Bunun böyle olmasını istemezdim. Çok denedim gerçekten çok denedim. Ama yıllardır başaramadım. Kimse beni sevmedi, sevgiden başka bir şey istemedim. Hiç kimseden sevgiden başka bir beklentim olmadı.

Herkes bir avuç sevgiyi esirgedi benden. Sakın bunun bir anda alınmış bir karar olduğunu düşünmeyin. Uzun zamandır düşünülmüş bir karar bu. Hayattaki son ümidim 3 Ocak Pazartesi itibarıyla tükenmiştir. Benden ümidimi çalanları asla affetmeyeceğim. Bir avuç sevgiyi benden esirgeyenleri asla affetmeyeceğim. Tekrar belirtmek isterim ki herhangi bir uyuşturucu madde veya alkol etkisinde olmadan aldığım bir karardır. Bu kararı tamamen hür irademle aldım.

Arkamdan sakın psikolojisi zaten bozuktu demeyin çünkü gayet yerinde. Hakkımı kimseye helal etmiyorum. Kimse de bana etmesin. Bana bundan başka seçenek bırakmayan, beni buna mecbur bırakan herkesin umarım ömürleri boyunca pişmanlıkları yakalarını bırakmaz. Umarım ölümüm hayatımdan daha değerli olur.” (Yunus Gezer)

Evet, bu toplum sevgiyi kaybetti önce. İnsanı, kalbini kaybetmiş bir taşa dönüştüren mitolojik Medusa’nın gözlerinden akan büyü, artık paranın renginde yaşıyordu… Ve bu güzel dünyada, zulme karşı sessiz kalan kör ve sağır kitlelere isyan eden “Veda Mektubu”, sanki kalpleri ve beyinleri taşlaşmış bütün insanlığa seslenen bir Manifesto idi. Bir gencin, yaşanmamış “yaşamını” anlatan iki satırlık bir trajedi; insan onurunun katline karşı can bedeli sergilenen bir isyan; kör sağır ve dilsizin sergilendiği bir tiyatro oyunu; sessizliğin, insanı, insanca olanı tükettiği bir ülkede, yerlerde sürünen insan onurunu ayağa kaldırmak için yapılan bir çağrı idi bu …

İktidar için söylenecek söz yok dağarcığımda. Aklını, ahlakını, onurunu bütünüyle kaybetmiş bir uyuşturucu çetesi. Cumhurbaşkanından Kuran’ı parayla satan, çocuk tacizini onaylayan, ensese gözünü kapayan bir Hiyanet İşleri Başkanına, bir kez tecavüz ile bir şey olmaz diyebilecek kadar hayasız aile bakanından, okulda şort giymeyi yasaklayan eğitim bakanına kadar kadın cinayetine, çocuk tacizlerine, izin veren bir sapkınlar bloku. Sodom ve Gomore’nin son günlerini hazırladılar sapık istekleriyle ünlü Tarikat yurtlarında. Üstelik “dilerim sizin çocuklarınız da yaşar aynı şeyi” bile diyemiyorum. Ama biliyorum, akıttığınız kanda boğulacaksınız. Ve adınız hep lanetle anılacaktır bundan böyle.

******** 

Ne yiğit bir direniştir bu, sana benzeyen ama sen olmayan yüreksiz bir toplumun içinde! Soysuz Süleymanların, hırsız Erdoğanların ve bu iktidar henüz cenin bile değilken ona kan veren, destek sunan, besleyen yüreksiz muhalefetin ülkesinde, bu soygunu bu zulmü görüp de söylememek; harama ortak olup hırsıza destek vermekten başka bir şey değildir.

Mekke hurmasıyla tatlandırılmış manda yoğurduyla beslenen, diplomasız herbilim uzmanı, imansız bir imam, kifayetsiz bir muhteris; cehaleti asalet zanneden bir yalan makinası; bu ülkede kutsallık adına sözü edilen bütün değerleri iğfal eden, damarlarında kan değil irin taşıyan bir çakma Sultan Devr-i Saadet adıyla inşaya çalıştığı Cehennem Projesi’nin harcını gençlerin kanıyla karıyor.

Aile boyu bir hırsızlık şebekesinin “devlet” adıyla örgütlendiği bu soygun sistemi, taşıdığını iddia ettiği bütün kimlikleri kirletmeye devam ediyor. Ahlâk yoksunluğuyla tanımlanan bir gelecek kurgusunun inşasında rol alıp, haramilerle günah ortaklığı yapmayı tercih eden bir milletin uyandırılabilmesi için kaç genç intiharına daha ihtiyaç vardır bu ülkede ey halkım?

********

“Ağladım gençler, çünkü ‘sizi’ yaşadım bir kaç dakikalığına da olsa, acınızı anlamaya çalıştım veda mektuplarınızı hatmederek. Sizi sağ iken görmeyen çirkin bir dünyada, varlığınızı göstermek istediniz yaşamınız pahasına. Acınızı tanıdım ölümünüzden sonra bıraktığınız notlarda, sesinizi duydum ölümünüzden sonra… Ve sustum, seksen milyonluk gövdemi felce yatırdım. Sustum. Acınızı gördüm; sesini duydum ölümünüz öncesinde… Ve sustum seksen milyonluk gövdemin felce yatmış haliyle.

Enes Kara’yı merdiven boşluğunda ölüme doğru uçarken tanıdım. Elazığ’da Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okuyordu, bir tarikat yurdunda, geleceği olmayan bir yaşamın içinde. Türkiye hızla kalkınıyordu: 2006 yılında sayısı 2735 olan Cemaat Yurtları 2021’de 4406’ya; ve 2006’da sayısı 1723 olan İslami Vakıf ve Dernek yurtları sayısı 2021’de 3331’e ulaşmıştı.

“Ateist’im ama kaldığım yurtta zorunlu din eğitimi alıyordum! Bu yurtta kalmak istemiyorum; bu okuldan sonrası için geleceğimi göremiyorum” diye yakınıyordu Enes Kara. Beynini tüketmiş, ruhunu tarikatına satmış vicdansız bir babanın açık cinayetiydi bu.

Ve müthiş bir haber: Cinayet örgütü AKP parti sözcüsü Ömer Çelik bile Enes için taziyede bulunmuş Twit üzerinden. Krimi romanlarında sıkça anlatılan haldir bu: “Katilin, suç mahallini ziyareti ! ” 

İlk değildi AKP+MHP iktidarının hazırladığı bu tür cinayetler. Türkiye, uyuşturucu trafiğinin Avrupa’ya açılan köprüsü haline gelmişken, sömürge Kürdistan’da özgürlük isteyen Kürt halkının üzerine asker süren devletini eleştirmek yerine savaşa giden askerleri takdis eden mezhebi belirsiz muhalefet lideri, “Irak’ın Kuzeyinde sürdürülen Pençe-Kilit Operasyonunda dualarımız kahraman ordumuzla birlikte. Allah bu mübarek ayda Mehmetçiğimizin ayağına taş değdirmesin” diye dua ederek kitlesel cinayetlere izin verebiliyor bu ülkede artık. Altı oklu rozetini ceketinin yakasına takarken, ülkücüleri onların el selamıyla selamlayan kimliksiz-kişiliksiz bir parti başkanı.

Bir saldırıda ülkeyi koruması amacıyla beslenen ordu neden Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da, Irak’ta ve diğer birçok toprakta konuşlandırılmıştır bugün? Hani “Anayasaya aykırı olduğunu bile bile dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” diyorum diyerek, zaten iskeleti çıkmış bir demokrasinin de ortadan kalkmasına gönüllü hizmet etmiş bir parti liderin muhalefetinden ihanetten başka ne beklenebilir? Bu ülkede intihar eden her gencin ölümünden, bu iktidardan daha çok, bu iktidara her zaman koltuk değneği olmuş bu muhalefetin sorumlu olduğu gerçeğini nasıl reddedebiliriz?

Babası tutuklu olan Eskişehir’de okuyan 19 yaşındaki Süeda Çeliktürk, 16 Ocak 2020’de kendini apartman boşluğuna atarak intihar etti.

Koç Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği son sınıfı öğrencisi 24 yaşındaki Ali Furkan Yabaneri, KHK’lı öğretmen babasının ağır cezaya çarptırılmasından sonra, 16 Ocak 2018 günü, Kırşehir’de odasında ilaç içerek intihar etti.

Denizli’de, babası ve annesi KHK ile işlerinden atılan Pamukkale Üniversite öğrencisi 18 yaşındaki Musa Enes Pekdemir, 8 Aralık 2021’de kendini boşluğa bırakarak intihar etti.

Uşak’ta, babası KHK ile TSK’dan atılan 15 yaşındaki Lise öğrencisi M.K.S., 5 Aralık 2021’de evdeki tüfekle yaşamına son verdi.

Babası Prof. Dr. N. Engin Aydın’ın işten atılması üzerine Yükseköğretime Geçiş Sınavında ilk 500’e giren ve Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü Hazırlık sınıfı öğrencisi olan 19 yaşındaki K. İsmail Aydın, 25 Mart 2017’de kaldığı öğrenci yurdunda intihar etti.

KHK’lı olduğu iddiasıyla işinden atılan babasından dolayı “hain” damgası yemekten yorgun düşen 29 yaşındaki avukat E. Said İnam, 14 Nisan 2019’da Zonguldak Devrek’te av tüfeğiyle intihar etti.

Elbette Tayyip yönetimindeki AKP suç örgütü bu cinayetlerde cellat görevi görse de, infazda, HDP’yi de tüketmeye gönüllü olan büyük muhalefetin rolü birinci dereceden önemlidir.

Evet, artık çok rahat söyleyebiliyorum: Ankara Gar katliamı başta olmak üzere bunca katliama yeterince karşı duramayan halkımız da, her dara düştüğünde iktidara koltuk değnekliği yapan ana muhalefet de ülkenin bu kepaze hale sokulmasında iktidarın suç örgütleridir.

Ve tarih uyuşturucu patronu olmuş bir devletten söz ederken, bunu deşifre etmekten her zaman uzak durmuş, ülkenin 3. Büyük partisi HDP’yi tüketebilmek için iktidar partisiyle şeytan anlaşmalarına imza atmış bir muhalefet çirkin yüzünü de elbette deşifre edecektir.

 Ve halkımız! Bunca zulme ses çıkarmayan halkımız!

Sürgünlerde onlar için ağlayan Nazım’ı bile öfkelendiren korkaklıklarından bir türlü kopamamışlardı. Zulme karşı direnmeden özgürlüğün olamayacağını anlamamışlar mıydı? 

“Akrep gibisin kardeşim, /  korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. /

Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. /

Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende.  

********

NAZİ teröründen kaçan Brecht de kendi halkına daha açık sesleniyordu, bugünün Türkiye’sini andıran ülkesini terk etmek zorunda kaldığında:

“Birini öldürmenin çeşitli yolları vardır. Karnına bir bıçak saplarsınız, ekmeğini çalarsınız, hastalığını sağaltmazsınız, berbat bir evde yaşatırsınız, ölümüne çalıştırırsınız, intihara sürüklersiniz, savaşa yollarsınız vb. memleketimizde bunların çok azı yasaktır.”

Peki, ülkemizi düşünelim: Sayılan cinayet araçlarından eksik olan bir şey var mı ülkemizde.

Eksiğimiz yok, fazlamız var: Örneği AKP dönemindeki son 10 yılın büyük katliamları: Roboski Katliamı (Aralık 2011), Suruç Katliamı (Temmuz 2015), Ankara Gar Katliamı (Ekim 2015) …  

Eh, o zaman bu yazının özetini yine Brecht’ten alarak bitireyim:

“Hiçbir şey bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır.” 


İ. Metin Ayçiçek – 29.04.2022

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑