Makaleler

Published on Ağustos 17th, 2022

0

Gerçeğe yolculuklar, gerçek yolculuklar | Gül Güzel


Seyahatlerimin dilinden: Gerçeğe yolculuklar, gerçek yolculuklar…

Kısa olmayan yaşamım boyunca, çeşitli kıtalardaki ülkelere öyle çok seyahat ettim ki, bu yazıya başlarken hangi seyahatimi önce yazsam sorusuna cevap aramaya çalıştım. Şimdilik Dersim’e yaptığım iki seyahatimdeki gözlemlerimle başlamaya karar verdim.

Bugün güneş, sanki utangaçlığını bir tarafa bırakmış. Dünyaya ve tabii önce de Dersim’e gülümsemiş gibi. Masmavi gökyüzü, hava biraz serin olsa da pırıl pırıl aydınlık bir günü.

Ve…Dersim’e yolculuk

İç yolculuğuma Dersim’e doğru devam ediyorum. Hep hayallerimin kutsal ziyaret yeri ve bereket saçan mütevazi Munzur’un ülkesi. Buralara her gelişimde gözüme ilk çarpan durum ise, sanki her taraf  kuşatma altında olan bir bölge. Şehre yakın yerlere ise, konumlandırılan sayısızca kontrol noktaları… Başımızı kaldırıp, o yüce dağlarına bakınca, kocaman Türkiye bayrağı ve altına yine büyük harflerle yazılan ‘’Türk öğün, çalış, güven!” “Vatan bölünmez’’ vb sloganların yazıldığı doruklar. Bu haline öyle üzülmüşüm ki, farkında olmadan yanımdaki arkadaşların omuzumu tutarak, “Gül ne oldu? Niye ağlıyorsun?” demeleri üzerine derin bir uykudan uyanırcasına yine o dağların doruklarına takılan gözlerimi önüme eğdim…Ve Kürt/kızılbaş halkların bu sistem inkarıyla evinden çok dağlarda ve zindanlarda yaşadığını düşünmekten kendimi alamadım. Ancak bunu düşünmeme pek zaman kalmadan arabasıyla gelen bir ailenin yaptığı alış-verişteki şeker, un, çay ve benzerlerini aldığı miktarda evine götürmesine kontrol noktasında müsaade edilmiyor. Tartışmalardan sonra ailenin satın aldığı zorunlu temel gıda maddelerinin bir bölümüne el konulduğunu üzülerek, isyan ederek izliyoruz.

Malum, alınan bu zaruri ihtiyaç mamullerinin ‘dağdakilere verileceği’ suçlaması ve insanların bu yüzden kriminalize edilmesi (töhmet altında bırakılması) meselesi…Bu yüzden de hakları, kimlikleri inkar edilenlerin haklarını, kimliklerini müdafaa etme hakkı, mücadele etme mecburiyeti doğuyor. Görüp izlediğimiz kadarıyla, burada herkes huzursuz, ürkek, korkak ve çelişkili; herkesin birbirinden çekindiğinden konuşmaların fısıltıya dönüştüğünü izleyip, görüyoruz. Tunceli/Dersim’de öyle bir atmosfer yaratılmış ki, sanki her gün birkaç cinayet işleniyormuş ve ona karşı tedbir alınmak isteniyormuş gibi ortam oluşmuş. Belki sahiden de öyledir, bilmiyoruz. Bu yolculuğumda yalnız değilim. Yanımda 2 Alman gazeteci arkadaşım da var.

Dersim merkezi denilen alana yani Seyid Rıza’nın büstünün olduğu muhteşem alana vardık. Başımızı uzatıp, aşağıya doğru baktığımızda Munzur’un mavi-yeşilimsi giysileriyle nazlıca akıp, gittiğini izliyoruz. Otele yerleştikten sonra çevreyi tanımaya çıkıyoruz. Seyit Rıza büstü kadar, Zilan(Zeynep Kınacı) büstünün etkisinden kurtulana kadar defalarca etrafından döndüğümü daha sonra arkadaşlarım söylüyor…Bu şehir ve çevresi beni o kadar çok yönüyle büyülüyor ki…Daha feribottan indiğimiz an, binbir çiçek/bitkinin yetiştiği dağların anahtarlı sihiri ve başka hiçbir yerde şahit olmadığım havadaki o binbir çiçek kokusu… Halkın mağdur edilmesi için yasak bölge ilan edilen, binlerce ceviz ağacından dökülen tonlarca cevizin çürümeye mecbur edildiği bir coğrafya…

Aslında bu seferki Dersim seyahatımın nedeni Ovacık kaymakamı ile görüşmek istememizden kaynaklı. Biz grup halinde Amed’teyken, şehit düşen bir Gerillanın cenazesinin neden ailesine verilmediğini kendisine sormak istiyorduk. Ancak bu konuda konuştuğumuz ve kendilerinden destek istediğimiz siyasetçi ve hukukçu arkadaşlar lem-cümlerle bizi oyalamaktan öte bir şey yapamadılar. O yüzden sadece birkaç resmi görüşmede bulunuyoruz. Ama bu görüşmelerde de herkes çok temkinli ve çekimser davranıyor. Arzu ettiğimiz bilgileri pek almamış olsak da, biz Ovacık’a yani Munzur gözelerine gitmeye hazırlanıyoruz.

Ovacık seyahatimize Partideki arkadaşlar da bize eşlik ediyorlar. Ovacık’a vardığımızda ‘‘Cennet denen şey-yer burası olmalı’’diyoruz. Gövdesinde kocaman bir taş olmasına rağmen büyüyen, ziyaret yeri olarak kabul edilen koca ağacın etrafındaki küçük taş damarları üzerinde yakılan mum artıkları bize hiç yabancı gelmiyor. Munzur’un özerine kurulan köprüvari bir mekan, kulübe ve sandalyeler de bizi bekliyor. O ara kurulan sac üzerinde pişen gözlemelerimizi beklerken, bizler çok hakim olmazsak da aramızda, Munzur’un huzurunda ve ona olan saygımızdan birbirimizle Kürtçe konuşarak sohbet ediyoruz.

Ovacık’a gelişimiz çevrede duyulmuş olmalı ki, kısa sürede yerli halktan epey insan hoş geldiniz demek için bizi ziyaret etmeye başladılar. Bizler aramızda Kürtçe konuşup-halleşirken elindeki bastona yaslanan ve yine aynı yaşlardan olan eşiyle bir çiftin geldiğini izliyoruz. Birileri kulağımıza fısıldıyor: “Dede geldi!” diyor. Bizlere bakan ve Kürtçe konuşmamızdan çok rahatsız olan bu dede, bastonunu hiddetle kaldırarak,’’Allahtan korkun! Siz burada Kürtçe konuşmaya utanmıyor musunuz?’ diyerek öfkeli biçimde bizi eleştiriyor. Biz de masum bir ifadeyle, “Ama dede burası bizim ülkemiz ve biz Kürdüz. Onun için neden kendi dilimizi burada konuşurken Allahtan korkalım ki?” cevabını veriyoruz. Kendi tutumunda ısrar eden Dede, yakışıksız sözlerle bizi eleştirmeye devam ediyor… Bu durum hepimiz için inanılmaz bir gerçeği de gösteriyor. Bu coğrafyadaki insanlar, nasıl oldu da kendi kimliklerine böylesine, bu kadar yabancılaştırılıp, düşman edildiler? Aramızda sohbet ederken yaşlı amcayı duymamazlıktan gelmenin daha doğru olacağını kararlaştırdık. Etrafımızdaki görsel coğrafyanın güzelliği bizi iliklerimize kadar esir etmişken, bu olumsuzlukları başka zaman ve mekanda tartışmaya karar veriyoruz. Güneşin ışıklarıyla bazen altın, bazen gümüş, bazen de demir rengi parıltılarıyla süslediği Munzur, bütün nazlılığıyla etrafına şefkat ve huzur verme görevini kusursuz bir şekilde yerine getirmeye devam ediyor.

Dersim’deki yerli halkın kendi deyimiyle devletin uygulamaları sonucunda işsizlik, sağlık ve eğitim sorunları, geçim sıkıntıları 1984 yılından beri gittikçe artmış durumda. 1984 yılında  420 köyü olan Dersim/Tunceli’nin bilhassa Ovacık’a bağlı köylerin boşaltılması, bu sorunları giderek arttırmış. Akpazar’daki un fabrikası ile yine orada beyaz topraktan yapılan evler silahlarla taranmış, yıkılmış ve bu yüzden insanlar perişanlık, yoksulluk içine düşmüş.

Gerçekler Güneş gibidir ve balçıkla sıvanmaz ama…

Bizler Ovacık Gözelerine giderken, yol kenarlarında yıkılan çok sayıda evler ve bunun yanısıra kulübevari yerlerde yaşamaya çalışan insanları görüyoruz. Çünkü burada da devlet tarafından şiddet uygulanarak, boşaltılan köyler var. Bu duruma paralel olarak, mal varlıklarına el konulan veya bağ-bahçelerinde yetişen ürünlerine erişme yasağı(yasak bölge) uygulamalarıyla mağdur edilen Dersim halkı var…

1991 yılında DYP ile SHP iktidarı zamanında, yani Süleyman Demirel başbakan iken Tunceli/Dersim’in pilot bölge ilan edilmesine karar verilmiş. Bu karardan sonra ise, Dersim’in 420 köyün en az 200’ü boşaltılmış. Bunun yanısıra gıda ambargosunu da Vali Atıl Üzelgin uygulamaya başlamış. O süreçle birlikte iki Hidro Elektrik santalı kuruluyor. ‘’Osmanlıda oyun çok’’ örneğine uygun olarak Tunceli ile Kırmızıköprü arasında uzunluğu 17 km. olan yol, ‘köprü yıkılacak’ bahanesiyle halka kullandırılmıyor.  Bu yüzden insanlar mecburi olarak Elazığ-Malatya-Sivas üzeri 880 km yolu katletmek zorunda kalıyorlar… 1994-1999 sürecinde SHP’den Tunceli/Dersim Belediye başkanı seçilip daha sonra CHP’ye geçen Mazlum Arslan ise, şu bilgileri veriyor: ‘’Gıda maddesi ambargosu, köylerin boşaltılıp yakılması, okulların kapatılması, öğretmenlerin ve hemşirelerin öldürülmesi gibi olaylar Tunceli’ye vurulmuş birer darbeydi. Pülümür’deki 68 köyün hepsi boşaltılmış durumda…”

Dersim’i tabii ki, bu kadar yazıyla anlatmak yetmiyor. Yazılacak daha çok şey var ama şimdilik bu yazıma virgül bırakarak, seyahat etmeye, seyahatlerimi yazmaya devam edeceğim. Bir dahaki seyahat yazımda buluşmak üzere…


Kadının Kaleminden: Gül Güzel – 17.08.2022

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑