Makaleler

Published on Mayıs 6th, 2022

0

Emperyalizm, faşizm, savaş… | Hüseyin Şenol


Polonya’ya saldıran Hitler Faşizminin iktidarda bulunduğu emperyalist Almanya ile Ukrayna’ya saldıran emperyalist Rusya’nın amacı aynıdır; yayılmacılık, paylaşım ve kâr hırsı. Ukrayna’nın müttefiklerinin amacı da aynıdır ve NATO, Batılı Emperyalistlerin savaş örgütüdür…

8 Mayıs 1945. Hitler Faşizminin yıkılışının yıldönümü. Tam 77 yıl önce faşist diktatörlük, olması gerektiği gibi; yani seçimle değil, yerle bir edilerek, yıkılarak, tarihin çöplüğüne atılmıştır.

Özellikle yıl dönümü vesilesiyle “Faşizm nasıl gelir, nasıl gider?” sorununa bu yazımda da bir kez daha değinmeye çalıştım. Önümüzdeki dönemde de bu konu üzerinde sık ve detaylı bir şekilde durmaya devam edeceğim.

            Devleti tarifleyemezseniz, ona karşı mücadeleyi “sağlıklı” yürütebilmeniz çok zordur. Hitler faşizmi üzerine değinirken, bu konuya da değinmeye çalışacağım. Çünkü, devleti anlamadan, ona karşı mücadelnin de sağlıklı yürütülmesi, zordan da öte, imkansızdır. Türkiye’de yaşadığımız da budur. Ki bunu özellikle de seçim dönemlerinde yaşıyoruz ve yaşamaya da devam edeceğiz.

Hitler Faşizmi

8 Mayıs 1945, Hitler iktidarının yenilgisi ve emperyalist paylaşım savaşlarından biri olan 2. Dünya Savaşı’nın sonu olarak tarihin kaydettiği bir gün. Aynı zamanda bu dönem, bir çok ülkede Hitler Faşizmine ve işbirlikçilerine karşı verilen muazzam direnişin de tarihi bir kesitidir.

Üzerinden 77 yıl geçmesine rağmen, bugünün anlamı dünya halklarının hala benliğinde.

Finans kapitalin kanlı diktatörlüğü olan faşizmin yıkılışı, dünya halklarının en önemli kurtuluş mücadelelerinden biridir ve üzerinden 77 yıl geçmiş olsa da, insanlık tarihinde asla unutulmayacak önemde yerini koruyor.

Nasıl unutulsun ki?.. İnsanlığın tanık olduğu en korkunç faşist diktatörlüklerden biri olan Hitler Faşizmi, kendi ülkesi içerisindeki tüm muhalefeti, Orta Çağ barbarlığını aratmayacak bir biçimde, herkese her şeye karşı olma despotluğuyla susturduktan sonra, asıl amacı olan – yayılmacı mantığıyla– sermayenin uşağı olarak dış saldırıya geçti. 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırarak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açtı.

Hitler’in yönetimindeki ‘3. Alman İmparatorluğu’, sadece Polonya’yı işgal edip yakıp yıkmakla kalmayarak, diğer ülkelere de saldırıp işgal etmeye devam etti… Dizginlenemeyen ‘3. Alman İmparatorluğu’, dünyanın üç kıtasına yayılarak halklara kan kusturdu. Avrupa halklarının, Sovyetlerin ve müttefik güçlerin mücadeleleriyle sonuçlandırılıncaya kadar, 65 milyon insanın ölüm, yüzmilyonlarca insanın sakat, evsiz barksız ve tarifsiz acılar içerisinde yıkılmışlıkları, Alman Faşizminin ve savaşın arkasında bıraktığı bilançonun sadece bir kısmıydı.

25 Nisan 1945’te ırkçı Mussolini’nin Faşist İtalyası ezilmiş, yerle bir edilmişti.  Bundan iki hafta sonra da ‘3. Alman İmparatorluğu’ yıkıldı. Sovyet “işgalindeki” doğu bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti, müttefiklerin “işgalindeki” batı bölgesinde Federal Almanya Cumhuriyeti kuruldu. Alman halkı böylelikle ikiye bölünmekle kalmadı, iki ayrı sistemin egemen olduğu bir başkalışa girdi.

Doğu Almanya’da, Sovyetler’in zoruyla sosyal demokratlarla sosyalistler birleştirildi. Batıda ise, müttefiklerin güdümünde yeni bir kapitalist devlet ve ordu yaratıldı. Hitler’in on binlerce artığıyla bir devletin bürokrasisi oluşturuldu. “Legalleşemeyecek kadar” çirkef olanları, -Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere- diğer ülkelerdeki kurtuluş savaşlarını bastırma ve engellenmede „derin tecrübelerinden“ yararlanılmak üzere, Amerika tarafından himaye altına alındı.

Evet, 77 yıl sonra bugün 8 Mayıs, her zamankinden daha anlamlı. Yakın geçmişte dünyanın üç kıtasına kan kusturan Hitler Faşizmi ve savaş, ne üç-beş manyağın çılgınlığı ne de bir talihsizlikti. Her ikisi de dizginlenemeyen çıkar şahlanışının sonucuydu.

12 yıl süren vahşet

30 Ocak 1933 tarihinde Hitler’in iktidara ge(tiri)lmesiyle, bu dönem, 12 yıldan fazla sürecek olan, insanlık tarihinin en karanlık, en barbar döneminin de başlaması anlamına geliyordu. Evet tarihin gördüğü en rafine faşist devlet, yani faşist bir diktatörlüktür, Hitler Almanyası.

İktidara gelen Hitler ve efendisi tekelci kapitalizm için dönem, başta komünistler olmak üzere, tüm muhalefeti ezme dönemidir…

Sosyal demokratların da gelen tehlikenin farkında olmaması, komünistleri hiçe sayma ve onlarla ittifak yapma yerine, Hitler’e direkt olmasa da onu iktidara getirenlere destek vermesi, koltuk değneği olamsı bu karanlık dönemin de başlangıcının en büyük nedenlerindendir. Bunu kendilerine en iyi şekilde anlatan da yine Hitler oldu aslında; Ona göre en büyük tehlike olan komünistlerden başladı, siyasi soykırıma.

Sosyal demokratlar, faşizmin iktidara gelişinde olduğu gibi, yıkılışından sonra da sosyalistleri düşman görme tavrını göstermeye devam etmiş, sürekli onlarla bir araya gelmemenin yolunu seçmişti. Hatta, Almanya ve diğer ülkelerde olduğu gibi, muhafazakarlarla bir olup, komünistlere zulmetmeyi kendine görev bildi.

Sosyal demokratların ne Almanya’da ne de “onlara yakın” Türkiye verziyonunun tavrı bugün de farklı değil. Yeri geldiği zaman, devlete aynı oranda nasıl sahip çıktığını bir çok alanda görürken, ABD’ye ve Avrupa’ya karşı AKP’lileri nasıl sahiplendiğine şahit olduk.

Günümüzde de Almanya’nın SPD’si, Türkiye’nin CHP’si emperyalizme ve savaşlara direkt olarak desteklerini sunmakta, hizmette kusur etmemeye özen göstermektedir.

Yani sosyal demokratların halklara düşmanlığı sürüyor…

Faşizm nasıl gelir ve nasıl gider?

            Konu üzerine önceki yazılarımda da olduğu gibi, kısa da olsa “Faşizm nasıl gelir ve nasıl gider?” sorununa bu yazımda da güncelliğinden dolayı tekrar değineceğim.

Mussolini ve Hitler faşizminin nasıl iktidara geldikleri, getirildikleri diğer ülkelere ve faşizmi tartışan kesimlere de örnek olması gerekir. Ülkem devrimci-sosyalistleri açısından, hala faşizmin ne olup olmadığı konusunda tartışmalar sürüyor. Tekelci kapitalizmin iktidara getirdiği bu iki faşist diktatörlük de yıkılarak gitmişti. Yani faşizm seçimlerle gitmez, yıkılır.

            Burada “faşizan” uygulamalarından, faşist partilerin hükümette olmalarından söz etmiyorum, faşizmin devletleşmesinden bahsediyorum. “Kan, zulüm, işkence işte faşizm, sürekli faşizm” demekle olmuyor. Böyle dendiğinde, öncesi ve sonrasını da açıklamakta zorlanırsınız. Faşizmin daha az kanlısı ve zulmedeni olmaz, diğer devlet biçimlerinde de faşizan uygulamalar olabilir, eğer emperyalizm buna gerek duymuyorsa, onu devletleştirmez. Buna gerek de duymaz, çünkü bunun koşullarının oluşması önemlidir. Yoksa, devlet kendini tehlikede hissetmiyorsa, onu yıkacak olan güç, bu durumda çok uzaktaysa, faşizmi devletleştirme ihtiyacı duymaz.

            Devletleşen faşizm, yani devlet biçimi olarak faşist diktatörlük konusu günümüzde ve özellikle de AKP ve lideri Erdoğan döneminde, daha da doğrusu 7 Haziran seçimlerinden sonra yeniden tartışılır oldu. Tartışma ağırlıklı olarak “Zaten hep faşizm vardı ve var olmaya da devam ediyor” diyenlerle, “Faşizm devletleşmeye doğru hızla gidiyor” diyenler arasında geçiyor. Bir de benim gibi; “Zaten hep vardı” diyenlerden ve “Bu seçimi de alırsa kesin faşizmi kurumsallaştıracak” diyenlerden farklı düşünenler de var. Ki kaç seçimdir bu söyleniyor.

            Evet, AKP’yi ve MHP’yi faşist parti, Erdoğan ile ortağı Bahçeli’yi de faşist görmekle birlikte, ben faşist diktatörlüğün olmadığını, faşizmin devlet olarak kurumsallaşmaya da ihtiyacı bulunmadığını düşünüyorum. Veriler de bunu doğruluyor. Ne tekelci kapitalizmin son çaresini aradığı bir durumdayız, ne de bu egemenlerin karşısında bunlara böyle bir kurumsallaştırmaya gitme zorunluluğu dayatan muhalefetten söz edebiliriz.

Faşist diktatörlük şehirleri hediye etmez

Mart 2019 Yerel Seçimleri ve Haziran 2019’de tekrar yapılan İstanbul Seçimlerinin üzerinden üç yıl geçti. Bakın “İstanbul Seçimlerine”! Ne değişip değişmediğini hep birlikte görüyoruz: Ne uzun yıllardır muhalefette bulunmanın getirdiği kısmi bir yükselmenin dışında bir ilerleme ne de iktidarda uzun yıllardır bulunmanın sonucu bir genel yıpranmanın dışında bir gerileme görünmüyor. Ki görünmeyeceğini o zaman da söylemiştim. Durumun resmi o zaman da ortadaydı. Ankara ve İzmir’de de durum farklı değil.

Yeri gelmişken, önümüzdeki ay İstanbul Seçimlerinin iüçüncü yıl dönümünde bu konuya daha detaylı değineceğimi de belirteyim. Herhalde herkes bir şey diyecektir, ki demelidir de. Ama lütfen bu kez daha gerçekçi argümanlarla lütfen. Birinci ve ikinci yılda pek den(e)medi maalesef.

“Hem kurumsallaşıyor, hem de sürekli oy kaybediyor” demek de pek gerçekçi değil. Faşizmin aynı zamanda kitle desteğiyle birlikte, en önemli özelliği toplumu örgütlenmesidir. Bizim faşist partiler AKP-MHP ve faşist liderleri bunu başaramadılar. Bunu başarabilselerdi, işleri çok daha kolay olacaktı. Tabii ki tek başına bu da yetmiyor, egemenlerin de onayını almasını gerekiyor. Egemenler ise şimdilik buna ihtiyaç duymuyor, çünkü onlara göre “işler tıkırında”.

            Hele hele “Faşist diktatörlük var” diyenler, iki kez düşünmelidir: Faşist diktatörlük ele geçirdiği ne genel, ne de yerel meclisleri sana seçimlerle ve hem de onu “zorla(ya)madan” geri vermez.

            Son olarak faşist ortaklardan MHP’nin lideri Bahçeli’nin de geçen yılki “100 maddelik yeni anayasa önerisi” ve de seçim barajının yüzde 7’ye çekilmiş olması faşist diktatörlüğün olmadığının diğer bir izahıdır. Faşizm sana yeni yeni anayasa dayatmalarıyla, barajlarla gelmez. “Faşizmin anayasası” bellidir.

AKP, klasik faşist partilerden, yani MHP, BBP ve İYİ Parti’den farklı olarak, iktidarda faşistleşen bir partidir.

            7 Haziran 2015 Seçimlerinde HDP’nin muazzam zaferi karşısında çılgına dönen Erdoğan artık tükenmekte olduğunu net bir şekilde görmeye başlayınca, partisi AKP’yi faşist bir partiye dönüştürmeye başlamış ve başta Kürt halkına olmak üzere, ülke genelinde faşizan uygulamaları her geçen gün artırarak, iktidarda kalmaya ve devlet içinde daha nüfus etmeye devam etmiştir.

Haziran Seçimlerinin iptali, devamı savaş ortamında yapılan Kasım 2015 seçimleri, Temmuz 2016 Darbesi, OHAL vb gelişmeler bu faşizan uygulamaların net göstergesidir. Ama faşist diktatörlüğü de kuramadığının da göstergesidir ayrıca.

Emperyalist yayılmacılık ve Ukrayna meselesi

Emperyalist Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı “emperyalist yayılmacılıktan” başka bir şey değildir. Ukrayna’yı kışkırtan başta ABD ve Batılı emperyalistler olmak üzere, tüm emperyalistlerin gerçek amacı kar hırsıdır. Bu savaşta da bunu silah ticaretini artırmak için yapmaktadır.

1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldıran Hitler Faşizminin iktidarda bulunduğu emperyalist Almanya ile iki buçuk ay önce 24 Şubat sabahı Ukrayna’ya saldıran emperyalist Rusya’nın amacı aynıdır; yayılmacılık ve paylaşım hırsı. Ukrayna’nın müttefikleri ABD, Almanya, İngiltere ve diğer batılı emperyalistlerin amacı da aynıdır. NATO da Batılı Emperyalistlerin savaş örgütüdür.

1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırarak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasına yol açan emperyalizmin dünya halklarının başına neleri getirdiği ortada. Ukrayna savaşıyla, bu kez daha farklı denklemlere olsa da 3. Dünya Savaşı’nın, yani dünya çapında yeni bir emperyalist paylaşım savaşının önü açılmaktadır. “Sosyalist Blokun” olmadığı bir ortamda, dünya emperyalistleri çok daha rahat cirit atabilmekte, planlarını uygulamaktadır.

“Sürekli kriz ve savaş” demek olan emperyalizmi dağıtacak ve çıkar şahlanışını durduracak tek güç, dünya halkların kendi gücüdür. Çünkü emperyalist kar hırsı, savaşların gerçek sorumlusudur ve dünya halklarının başına bela olmaya devam etmektedir.

İnsanlığın şiarı; “Emperyalist savaş ve işgallere hayır!” olmadır!

Halklar için, kan, gözyaşı yoksulluk ve ölüm demek olan emperyalizme karşı dünya emekçileri birleşmelidir.

“Senin emperyalizmin, benim emperyalizmim yok”, insanlık düşmanı emperyalizm ve faşizm vardır.


Hüseyin Şenol – 06.05.2022

Tags: , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑