Makaleler

Published on Eylül 8th, 2022

0

Ege Adalarını geri almak mümkün mü? | Ayşe Hür


Ege Adaları’nın tarihi: Adalar işgal mi edildi, Lozan’da mı kaybedildi, geri alınması mümkün mü?

(Evrensel – 17.02.2018)

Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan Barış Antlaşması’nın (bundan böyle kısaca Lozan) imzalanmasının 94. yıl dönümü dolayısıyla yayımladığı mesajda “Aziz milletimizin her türlü yokluğa, yoksulluğa ve imkânsızlıklara rağmen yazdığı istiklal destanı, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanında tescil edilmiştir. Türk Milleti Lozan Anlaşması ile bu topraklardaki bin yıllık varlığını hedef alan Sevr’i yırtıp atmış, bağımsızlığından asla taviz vermeyeceğini tüm dünyaya kabul ettirmiştir” demişti. Ancak 7 Aralık 2017 tarihinde Yunanistan’a yapacağı geziye saatler kala Yunan televizyonu Skai TV’ye verdiği demeçte “Aslında, dünyada tüm yapılan anlaşmaların zamanın akışı içerisinde güncellenmesi gerekir. Lozan’ın da bu şekilde tüm bu gelişmeler karşısında bir güncellenmeye ihtiyacı var. Bu güncellenme, sadece Türkiye için değil Yunanistan için de faydalı olabilir” diyerek günümüze kadar gelen tartışmanın fitilini ateşledi.

Erdoğan Lozan’ın güncellenmesini neden istiyor derseniz buna verilecek cevap esas olarak siyaset bilimcilerin alanına girer, ama Lozan’ın güncellenmesi gerektiğini hangi argümanlarla temellendiriyor derseniz, önce 29 Eylül 2016 tarihli muhtarlar toplantısında dile getirdiği, son olarak da 27 Ocak 2018 tarihinde partisinin Kocaeli İl Teşkilatı kongresi öncesi yurttaşlara seslenirken dile getirdiği “Ege Adaları’nın CHP tarafından Lozan’da kaybedildiği” iddiasına dayandırıyor.

16 ADAMIZI YUNANLAR MI İŞGAL ETTİ?

Hikayenin Erdoğan tarafından dillendirilmeyen kısmı da şu: MHP başta olmak üzere bazı çevreler uzun süredir, 1933, 1943 tarihli İngiliz haritalarıyla, 1951 ve 1957 tarihli Amerikan haritalarında adaların Türkiye’ye ait olarak gösterilen Ege’deki Koyun, Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizçik, Bulamaç, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba ve Ardacık adacıkları ve İzmir önlerindeki Venedik Kayalıkları ile Girit Adası etrafındaki Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adacıklarının Yunanistan tarafından işgaline AKP iktidarının ses çıkarılmadığını iddia ediyor. (Bunların “ada” değil “adacık” ya da “kayalık” olduğunun altını çizelim. Dolayısıyla bunlar “kıta sahanlığı”, “kıyı şeridi” gibi kavramlardan azade kara parçacıkları.) Hatırlarsanız, Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulyas, 2009 yılında, Yunan işgali altında bulunan Aydın/Eşek adacığına gelerek burada bulunan Yunan askerlerini ve Yunan sancağını selamlayarak adeta muhalefete gaz vermişti. Muhtemelen AKP iktidarından ses çıkmayınca Merkez Sağ Samaras Hükümeti’nin Savunma Bakanı Dendias, 11 Ocak 2015 tarihinde burayı tekrar ziyaret etti, Yunan askerleriyle bir fotoğraf da o çektirdi. “Sosyalist” Çipras Hükümeti’nin Savunma Bakanı Kammenos, 30 Ocak 2015 tarihinde Kardak Kayalıkları bölgesine helikopter ile gelerek denize çelenk bıraktı. Kammenos’un Kardak’a son ziyareti, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Lozan’la ilgili gerçekleri açıklayacağım, Adaları kimler vermiş belgeleriyle ispatlayacağım” açıklamasına nazire olsa gerek, 28 Ocak 2018 günü gerçekleşti. Ama Türk botları Kammenos’un botunu Kardak’a yanaştırmadı. Nihayet 13 Şubat 2018 günü, Kardak yakınlarındaki bir Yunan gemisine Türkiye’nin sahil güvenlik botu arkadan çarparak Yunanistan’a “mesaj verdi” ve bir anda Kardak önlerindeki Türk deniz araçlarının sayısı 11’e, Yunan sahil güvenlik botlarının sayısı da 8’e yükseldi. Uluslararası arabuluculuk sayesinde kriz şimdilik sönümlendi ama CB Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının Suriye’de işler kötüye giderse ya da başka bir sıkıntılı durum olursa, dikkatleri yeni bir konuya çekmek için veya daha başka bir nedenle -örneğin zengin doğal gaz yatakları ve boru hatlarının geçiş alanı olması dolayısıyla Kıbrıs ve Doğu Akdeniz çanağındaki egemenlik haklarını yeniden tartışmaya açmanın parçası/girizgahı olarak- Ege Adaları konusunu yeniden yeniden açacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok.

Elbette, Lozan “güncellenirse” Ege Adaları Türkiye’nin mi olur? 2004-2009 arasında Yunanistan tarafından ilhak edildiği ileri sürülen 18 adacık sorusundan önce, Ege Adaları’nın statüsünün Lozan’la bir ilişkisi var mı sorusuna cevap aramak daha doğru olur.

ADALAR DENİZİ

Ege Denizi’nde kimi kaynağa göre 3 bine, kimi kaynağa göre 10 bine yakın ada, adacık, kayalık var. Bunların toplam yüz ölçümü de 23 bin kilometrekare civarında, yani yaklaşık Trakya bölgemiz kadar. Bunlardan 1800 kadarı büyük veya büyükçe kara parçası. Sadece 24 tanesinin yüz ölçümü 100 kilometrekareden büyük ve sadece 100 ada meskûn, yani üzerinde insanlar yaşıyor.

Girit Adası hariç, Ege Denizi’ndeki adalar beş grupta toplanır. Bunlar (Türkçeye geçmiş adlarıyla) 1. Boğazönü Adaları (Türkiye’nin Çanakkale Boğazı’na yakın adalar), 2. Saruhan Adaları (Türkiye’nin Ege kıyılarına yakın adalar), 3. Menteşe Adaları (Türkiye’nin güneybatı kıyılarına yakın adalar olup daha çok On İki Ada diye bilinir), 4. Eğriboz ve Şeytan Adaları (Yunanistan’ın Teselya kıyılarına yakın adalar) ve 5. Kiklat Adaları’dır (Yunanistan’ın Mora kıyılarına yakın adalar).

Her grubun içinde sayısız adacık ve kayalık var. Bunların çoğunun adı bile yoktur. Üzerinde insan yaşamaz. “Kıta sahanlığı”, “kıyı şeridi” gibi hukuksal kavramlar bunlar için geçerli değildir. Çoğu da sahipsiz.

Bu adalar ve adacıklar tarih içinde önce Yunan kolonilerinin, sonra Venedik ve Ceneviz kolonilerinin, Malta/Saint Jean Şövalyeleri’nin egemenliğinde olmuş, Osmanlı tarafından 1456-1479, 1522-1566 ve 1645-1718 dönemlerinde kademeli olarak fethedilmişti. Ancak Osmanlı idaresi, Balkanlar veya Kıbrıs’taki uygulamalarının aksine, Anadolu ahalisinden nüfus kaydırma (“şenlendirme”) politikasını buralara uygulamadığı için, tüm Osmanlı tarihi boyunca, Ege Adaları’nın ahalisi ezici şekilde Yunan asıllı Hıristiyanlar ve az miktarda Yahudiler olmuştu. Adalardaki Müslüman azınlık ise, esas olarak bu gruplardan din değiştirenlerdi.

1832 YILININ KAYIPLARI

Peki Osmanlı İmparatorluğu Ege Adaları’nı nasıl “kaybetti”? Bu iş kademeli oldu. Şöyle ki: II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesiyle başlayan askeri güçsüzlük Rusları cesaretlendirmiş ve 1827’de Osmanlı donanmasının bugün Yunanistan sınırları içinde olan Navarin’de yakılmasıyla başlayan Osmanlı-Rus gerginliği Rusların batı cephesinde Edirne’yi, Kafkas cephesinde ise Sohum, Kars ve Erzurum kalelerini almalarıyla sonuçlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu, 1829’da imzalanan 16 maddelik Edirne Antlaşması ile teslim bayrağını çekerken, savaş sayesinde 1821’den beri verdiği bağımsızlık mücadelesini nihayet ayrı bir devletle “taçlandırma” fırsatı bulan Yunanistan’a 1832 yılında yapılan ek bir anlaşmayla Attik ve Mora Yarımadaları ile Eğriboz ve Şeytan Adaları ile Kiklat Adaları bırakıldı. Buna Osmanlı tarafı “kayıp” olarak baktı ama Yunanlar için olay, adaların tarihsel sahiplerine iadesi idi elbette.  

1911 TRABLUSGARP SAVAŞI KAYIPLARI

İkinci büyük “kayıp” 1911 Trablusgarp Savaşı sonrasında yaşandı. Derne ve Tobruk’taki yenilgiler üzerine Trablusgarp ve Bingazi işgalinin pahalıya patlayacağını anlayan İtalyanlar Almanya aracılığıyla İstanbul’u barış için sıkıştırmaya başladılar. İstanbul’dan bir cevap gelmeyince, 30 Mart 1912’de 42 gemiden oluşan bir İtalyan donanması, İtalya’nın Toronto Limanı’ndan hareket etti. Amaç Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’u tehdit etmekti. Ancak Osmanlı tarafı Boğaz’a mayın döşeyince, İtalyan donanması yönünü değiştirdi ve 24 Nisan 1912’de Rodos ve Ege Denizi’ndeki On İki Ada’yı işgal etti. (24 ada ile birçok adacık ve kayalıktan oluşan bu grup, adını ada sayısından değil, adaların “Demogerondia” adı verilen 12 kişilik mahalli meclislere dayanan yönetim şeklinden almıştı.)

Osmanlı Donanması’nın zayıflığı, Yunanistan’ın da iştahını kabarttı. Yunanistan, ileride “Şeytan Vapuru” diye ünlenecek olan Averof zırhlısıyla başta Midilli olmak üzere birçok adada Yunan hakimiyetini tesis etti. İki cepheden kuşatılan Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlarda epeydir savaş tamtamlarının çaldığını dikkate alarak İtalyanlarla 18 Ekim 1912 tarihinde Uşi Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. Anlaşmaya göre Rodos ve On İki Ada bir süre daha İtalyanların elinde kalacaktı. Böylece çıkması artık an meselesi olan Balkan Savaşı sırasında On İki Ada’nın Yunanların eline geçmesini engellemeyi hedeflemişti.

1912-13 BALKAN SAVAŞLARI KAYIPLARI

On İki Ada İtalyanlara emanet edilmişti ama 1912’deki Birinci Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu öyle ağır bir hezimete uğradı ki (Bulgar orduları Çatalca’ya kadar gelmiş, Edirne kaybedilmişti) Yunan donanması önce Boğazönü Adaları’nı sonra Saruhan Adaları’nı işgal ediverdi. Hezimet ortamında imzalanan 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Girit üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiği gibi diğer adaların geleceğini tayin hakkını da Büyük Devletlere bıraktı. Bu adalardan biri olan Girit, 1645 gibi geç bir tarihte fethedilmiş, 1897’de otonom/muhtar olmuş, 1908’de Yunanistan’la birleşme kararı almıştı. Nihayet Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Girit üzerindeki tüm haklarından feragat etti.

1913 yılının haziran ve temmuz aylarında yaşanan İkinci Balkan Savaşı’nın da yenilgiyle sonuçlanması üzerine Yunanistan ile 14 Kasım 1913’te imzalanan Atina Antlaşması ile taraflar Londra Antlaşması’nın hükümlerine uymayı taahhüt ettiler. Buna göre, Boğazönü Adaları’ndan Gökçeada, Bozcaada, Taşvan Adası ile Akdeniz’deki Meis Adası hariç, 13 Şubat 1914’te Yunan işgâli altında bulunan adalar (Girit dahil) Yunanistan’a verilecek, On İki Ada da İtalya’yabırakılacaktı.

28 Temmuz 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı da 30 Ekim 1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonlandı. Büyük Devletlerce dayatılan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Barış Antlaşması’na göre Osmanlı tarafı, Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada dahil tüm Ege Adaları’nı Yunanistan’a verecekti ancak neyse ki anlaşma taraflardan hiçbiri tarafından imzalanmadığı gibi, Türk tarafının askeri başarıları sayesinde kâğıt üzerinde kaldı.

LOZAN’DA ADALAR MESELESİ

Ege Adaları’nın statüsü, kasım 1922-temmuz 1923 arasındaki Lozan Barış Görüşmeleri’nde tekrar ele alındı. Türk tarafı Gökçeada, Bozcaada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarının Türkiye’ye verilmesini, diğer adaların ise askerden arındırılmasını talep etti. Yunan tarafı bu adalarda yoğun bir Rum nüfus yaşadığını belirtip bu isteğe karşı çıktı. Britanya temsilcisi Lord Curzon da Yunan tezlerini destekleyince durum şu şekilde kesinleşti:

Lozan’ın 12. maddesi ile Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adaları ismen sayılarak; Taşoz, Bozbaba ve İpsaraadaları ise Altı Büyük Devlet Kararı’na atıf yapılarak ve adaların askeri amaçlarla kullanmaması kaydıyla Yunanistan’a devredildi. Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adaları ile Anadolu kıyısına üç milden az uzaklıkta bulunan adalar (o dönemde kıta sahanlığı ölçüsü 3 deniz mili idi, bugün 6 deniz mili) üzerindeki Türkiye egemenliği onaylandı.Reklam

Antlaşmanın 13. maddesi ile Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya Adaları’nda hiçbir deniz üssü kurmayacağını, hiçbir istihkâm yapmayacağını taahhüt ediyordu. Ayrıca Yunan askeri uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde, Türk askeri uçaklarının da bu adalar üstünde uçmalarının yasak olduğu, bu adalarda, Yunan asker sayısının sınırlı olacağı gibi hususlar da bu maddeyle hükme bağlanıyordu.

Antlaşmanın 14. maddesi ile Türk tarafının Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adası’nda mahalli unsurlardan oluşan özel bir yönetim örgütüne izin vermesi, adada güvenliğin bu örgütün emrinde bulunan bir güvenlik kuvvetince sağlanması ve bu üç ada halkının Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan Mübadele Anlaşması’na dahil edilmeyeceği garanti altına alınıyordu.

15. madde ise Türk tarafının, İtalya’nın işgali altında bulunan On İki Ada ve Meis Adası üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiğine dairdi.

ON İKİ ADA NASIL KAYBEDİLDİ?

Gelelim, On İki Ada meselesine. Bilindiği gibi 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Alman sempatizanlığı çok belirgin bir “aktif tarafsızlık” politikası izlemişti. Savaş sırasında Almanya’nın müttefiki İtalya’nın 1912 Uşi Anlaşması’ndan beri işgalinde olan ve ahalisi ezici şekilde Yunan olan On İki Ada’ya asker yığmasının Türkiye’de yarattığı gerginliği yerinde gözlemleyen Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen, Almanya’nın “Führer”i Hitler’e ve Dışişleri Bakanı Ribentrop’a gönderdiği telgraflarla, On İki Ada’nın ve Türkiye’ye yakın iki küçük adanın Türkiye’ye bırakılması için İtalya’ya baskı yapılmasını önermişti. Ancak, İtalya ile ilişkilerini bozmak istemeyen Türkiye bu girişimleri kulak arkası etti. Şubat 1941’de bu sefer İngilizler On İki Ada’yı kontrol etmek için Meis’i işgal ettiler. Hitler’in buna cevabı nisan ayında Taşoz, Semadirek ve Limni’yi, Mayıs’ta ise Midilli, Sakız ve Girit’i işgal etmek oldu.

Britanya Dışişleri Bakanı Eden’e göre, SSCB Devlet Başkanı Stalin, 15 Aralık 1941’de yaptıkları görüşmede On İki Ada’nın Türkiye’ye bırakılmasını doğru bulduğunu söyledi. Bu görüşmenin istihbaratı Ankara’ya da ulaştı ancak Ankara, Stalin’in karşılıksız bir şey vermeyeceğinden endişe ettiği için tedirgindi. Eden bunun üzerine “Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehlikede değildir” açıklamasını yaptı. Ancak bu sefer de ABD’nin itirazı üzerine konu kapatıldı.

TÜRKİYE’NİN ÇEKİNGENLİĞİ

İtalya’da Mussolini’yi istifa ettirip yerini alan Mareşal Badoglio ile Müttefikler arasında 3 Eylül 1943’te bir ateşkes anlaşması imzalanınca, İngilizler sırasıyla İtalyanların elindeki Meis ile Almanların elindeki İstanköy, Leros ve Sisam’ı işgal ettiler. 1912’de İtalyanların işgal ettiği Rodos ise Almanların eline geçti. Almanlar ardından İstanköy, Leros ve Sisam’ı geri aldılar. Türkiye’nin, tabiri caizse, bugün “burnunun dibinde” yaşanan bu el değiştirmelere seyirci kalması Müttefikleri kızdırdı, Almanları ise sevindirdi. Öyle ki Von Papen İtalya’nın elindeki bütün adaların Türkiye’ye verilmesini önerdi. Anlaşılan nasıl ki bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu İtalyanları “emanetçi” olarak kullanmaya çalıştıysa, şimdi de Almanlar Türkiye’yi “emanetçi” yapmaya çalışıyordu. İtalya baskı altında olduğu için bazı şartlarla buna razı olduğunu açıkladı ama bu sefer Türkiye “şartlı olarak” adaları alamayacağını bildirdi. Türkiye bununla da kalmadı, Almanya ile Müttefikler arasında kalmamak için tamamen geri çekildi. Dahası ekim 1943’te basına “mesele bizim için kapanmıştır” açıklaması sızdırıldı. Savaşın son yılında Almanya bu sefer kendi işgal ettiği adaları Türkiye’ye bırakmak istedi ama “aşırı temkinli” Türkiye İngilizlere akıl sordu, İngilizler adalara kendilerinin ihtiyacı olduğunu söyleyince Türkiye yine sustu. Bu sırada On İki Ada’yı temsil eden bir grup ABD’ye gitmiş orada Yunanistan’a bağlanmak istediklerine dair bir açıklama yapmıştı. Almanlar 7 Mayıs 1945’te teslim bayrağını çekince, Yunanistan’ın ünlü Averof zırhlısı tekrar denize açıldı. On İki Ada ahalisi adına Dr. Zervos, bundan aldığı cesaretle Yunanistan’a bağlanmak istediklerini bildirdi. Bu sırada Britanya Rodos, On İki Ada ve Meis’i Yunanistan’a vermeyi düşündüklerini açıkladı.

‘FIRTINA DEĞİL MEMNUNİYET DALGALANIYOR’

Tevfik Rüştü Aras ise On İki Ada’nın önce otonom olmasını, sonra eğer istiyorsa Yunanistan’a bağlanması gibi ilginç bir teklifle ortaya çıktı. Aras’a göre böylece Türkiye ile Yunanistan birbirine biraz daha yakınlaşacak, Ege Denizi’nde sağlam ve açık bir münasebet kurulmuş olacaktı. Yunanistan ise On İki Ada’nın Yunan karakterinin gayet açık olduğunu, dolayısıyla otonomiye ihtiyaç olmadan Yunanistan’a bağlanabileceğini düşünüyordu. 11 Eylül 1945’te Londra’da başlayan görüşmelerde sekiz kez On İki Ada meselesi ele alındı ama her seferinde (genellikle ABD ve SSCB’nin itirazlarıyla) sonuca bağlanmadan konu kapandı. Nihayet haziran 1946’da On İki Ada’nın Yunanistan’a bırakılmasına karar verildi. İlginçtir karar Türkiye’de memnuniyetle karşılandı. Örneğin Hüseyin Cahit Yalçın 1 Temmuz 1946 tarihli Haber gazetesinde “Bundan 25 yıl önce On İki Ada’nın Yunanistan’a verilmesi söz konusu olsaydı Türkiye’de büyük fırtına kopardı. Bugün ise fırtına değil memnuniyet dalgalanıyor” demişti.
Sonuçta 10 Şubat 1947’de İtalya Paris Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmayla On İki Ada silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı. Türkiye bu kararı 15 Şubat 1947 tarihinde kabul etti.

ÇAĞLAYANGİL VE ERKİN’İN İDDİALARI

1972 yılında Hürriyet temsilcisi Cüneyt Arcayürek’e bir röportaj veren dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Dışişleri Bakanlığı arşivinde gördüğü bir belgeye dayanarak şunları söyleyecekti:

“İngiltere, adalar konusunda Paris konferansı hazırlanırken Ankara elçisi eliyle Türk hükümetine bu konferansa katılmasını bildirmiştir. Belki adaların hepsinin Türkiye’ye verilmesi bahis konusu değildir, ama bazıları üzerinde Türk yararlarına uygun incelemeler ve görüşmeler yapılabileceği inancındadır. Gördüğüm belgeye göre dışişleri umumi kâtibi nezdinde yapılan bu teşebbüse Türk Hükümeti cevap vermemiştir. Daha sonra İngiliz elçisi, bir ikinci teşebbüs daha yapmış, bu adalarda Türklerin de oturduğunu, hiç değilse bu açıdan konferansta Türkiye’nin de bulunmasını uygun gördüklerini söylemiştir. Hatta İngiliz elçisi, bu konferansa tam katılmamayı arzu ettiğimize göre, bir observer, yani müşahit bulundurmamızı da telkin etmiştir. Bu da uygun görülmemiş olacak ki, hiçbir hareket yapılmamıştır. Adalar, tümüyle Yunanistan’a geçmiştir.”

Bunlar olurken Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Feridun Cemal Erkin’in 1976 yılında Milliyet gazetesine verdiği mülakata göre de On İki Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansı’na Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet “İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olduğumuzdan dolayı, savaşın ganimetlerinden pay almak hakkımız yoktur” diyerek konferansa katılmama yönünde bir karar almıştı. Erkin’e göre bu durum On İki Ada ile ilgili alınan kararların tam da Yunanistan’ın istediği şekilde çıkmasına sebep olmuştu, halbuki konferansa bir Türk heyeti katılmış olsa idi en azından Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazılarının alınma şansı doğabilirdi. Çünkü yalnızca nüfus dengesine göre karar vermek Türkiye’ye karşı bir hukuksuzluktu ve bu durum konferansta dile getirilebilirdi. Türkiye bu konuda hakkını arayabilirdi. Örnek olarak Batı Trakya’daki nüfusun yüzde 80’ine yakın Türk ve Müslüman’dı ancak Lozan antlaşmasında Batı Trakya bölgesi Yunanistan’a bırakılmıştı. Bu da nüfus dengesinin tek başına yeterli bir gerekçe olmadığını göstermekteydi.

İddialar bunlar ama Türkiye’nin konferansa davet edildiğine dair somut bir belge yok ortada. Olsaydı bile ahalisi ezici biçimde Yunan olan bu adaların Türkiye’ye verilmesi ihtimali sıfıra yakındı. Nitekim Erkin’in röportajda belirttiği gibi gerek ABD’nin Ankara Büyükelçisi Edwin Wilson, gerekse Britanya’nın Ankara Büyükelçisi Sir David Kelly, bu adaların Türkiye’ye ait olduğu tezlerini suskunlukla karşılamıştı. Yani Türkiye konferansa katılsaydı bile bu iki devletin desteğini alması ihtimali azdı.

KITA SAHANLIĞI TARTIŞMALARI

O tarihten itibaren genel olarak Ege Adaları veya özel olarak On İki Ada konusu 1970’lere kadar konuşulmadı. Bu sefer tartışmayı açan “kıta sahanlığı” kavramı idi. “Kıta sahanlığı” bir kıyı devletinin kıyıdan hemen sonra başlayan sualtı alanı demek. 1910 yılında yabancı balıkçılar tarafından deniz kaynakları talan edilen Portekiz’in şikâyetinden beri uluslararası hukukun konusu olan “kıta sahanlığı” terimi, günümüzde bu alanın temel metinleri olan 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi ve 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne ve bunların alt protokollerine göre kıyıdaş ülkenin topraklarından deniz tabanına doğru 200 metre derinliğinde, ortalama 75 mil genişliğinde bir şeridi kapsıyor. Ancak dünya pratiğinde derinlik 135 ila 600 metre arasında değişirken, genişlik ise Sibirya örneğinde olduğu gibi 700 kilometreye kadar çıkıyor. Türkiye ile Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığı ise 6 deniz mili.

1960’lardan itibaren pek çok ülke kıta sahanlığı yüzünden çatıştılar ama bütün çatışmalar Uluslararası Hakem (Tahkim) Mahkemesi aracılığıyla barışçıl biçimde çözüldü. Çözemeyen iki ülke ise Türkiye ile Yunanistan. İki ülke arasındaki kıta sahanlığı anlaşmazlığının 40 yıllık tarihçesi var. Yunanistan’ın 1961’den beri hidrokarbon ve petrol yatakları bakımından zengin olduğu söylenen Kuzey Ege’de araştırmalar yapması ve keşfedilen madenlerin işletilmesi için yabancı şirketlere izin vermesi üzerine Kıbrıs yüzünden epeydir Yunanistan’a kızgın olan Türkiye 18 Ekim 1973’te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bir bölümü Yunanistan kıta sahanlığı ile örtüşen bölgelerle ilgili 27 adet petrol arama ruhsatı vermişti. Taraflar arasında nota değişimi sürerken Çandarlı gemisi 32 savaş gemisinin eşliğinde Ege’ye açılmıştı. İşe savaş gemileri karışınca Yunanistan ve uluslararası toplum endişelenmiş, Türkiye’nin buna cevabı arama sahasını genişletmek olmuştu. İlişkiler 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Harekâtı ile iyice kötüleşti. 1975’te Yunanistan konunun Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götürülmesini önerdi ama Türkiye buna yanaşmadığı gibi 1976’da MTA’nın sismik araştırma gemisi Hora’yı Ege’ye gönderdi.

Aynı yıl Yunanistan konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı, Konsey’in 395 sayılı kararı uyarınca konu UAD’ye gitti, Türkiye bazı tarihsel argümanlarla UAD’nin yetkisini tanımadı ama sonunda konu küllenmeye bırakıldı. 1987’de Yunanistan’ın Taşoz Adası’nın doğusunda petrol bulmasından sonra konu yeniden alevlendi ve bu sefer sahneye Piri Reis ve Sismik-I gemileri çıktı. İki ülke tekrar savaşın eşiğine gelmişti ki uluslararası toplumun aracılığıyla konu yatıştı. Öyle ki, 1988’de iki ülke başbakanları (Turgut Özal ve Andreas Papandreu) İsviçre’nin Davos şehrinde bir araya gelmekle kalmadılar bu tarihten sonra iki ülke arasında adeta yeni bir balayı havası doğdu.

KARDAK/İMİA KRİZİ

Ama 1989’da iki ülkede de başbakanların değişmesiyle (Özal cumhurbaşkanı oldu, Papandreu seçimi kaybetti) balayı bittiği gibi 1996’da Muğla’nın 7 kilometre açıklarındaki Kardak (Yunanca adıyla İmia) Kayalıkları krizi ile iki ülke yeniden savaşın eşiğine geldi. Bu krizin kahramanı da bir gemiydi. Kriz, batmak üzere olan Figen Akat adlı şilebin kurtarılmayı istememesine rağmen, ticari bir Yunan kurtarma gemisi tarafından kurtarılması üzerine çıkmıştı. Yunanistan geminin kendi kara sularında battığını söylüyordu, Türkiye Kardak’ın Türk toprağı olduğunu ileri sürüyordu. Gerilim Yunan ve Türk gazetecilerinin kayalığa bayrak dikmeleriyle tırmanmış, Yunanistan’ın Kardak/İmia’ya; Türkiye’nin de yakındaki bir kayalığa çıkarma yapmasıyla uluslararası bir bunalıma dönüşmüştü. Neyse ki ABD’nin ve NATO’nun çabalarıyla savaştan dönülmüştü. 1997’de Madrid Mutabakatı ile savaş çıkması bir anlamda engellendi.

Kardak krizinden sonra sık sık ajanslara Ege Denizi üzerinde Yunan ve Türk jetleri arasındaki “dogfight” (it dalaşı) haberleri düştü. Yunan tarafına göre Türkiye, Yunanistan’a ait Ege Adaları üzerinden geçerek Lozan’ı sürekli ihlal ediyordu. Öyle ki Yunanistan kaynaklarına göre 2014 yılında Türkiye 2 bin 244 kere Yunan hava sahasını ihlal etmişti. Türkiye bu konuda bir istatistik yayınlamadı. TSK’nin 2017 yılına dair bilgi notunda bu konuda bilgi yok. Ama Türkiye’nin tezi, Yunanistan’ın ulusal hava sahasını, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ulusal kara suları sınırı olan 6 mil olarak değil de 10 mil olarak kabul etmesi. Yani Türkiye sınırlar içinde uçuş yaparken, Yunanistan kendi özel hesabından dolayı bu uçuşları “sınır ihlali” sayıyor. 13 Şubat 2018’deki son “Kardak krizi” konunun iki taraf için de kapanmadığını gösterdi.

ADALARIN SİLAHLANDIRILMASI

Peki Türkiye’nin Ege Adaları konusunda yapabileceği veya yapması gereken bir şeyler yok mu? Var elbette. Yapması gereken, Ege Adaları’nın Yunanistan tarafından silahlandırılmasını önlemek. Aynı şekilde Türkiye’nin de kendi payına düşen adalardaki askeri varlığını anlaşmaların sınırına çekmek. Bu konuda durum şöyle: 1952’de Yunanistan 1947 Paris Antlaşması’ndaki yasağa rağmen On İki Ada’dan Leros Adası’nı silahlandırmaya başlamış, burada bir askeri havaalanı inşa etmişti. 1960’lardan itibaren iki taraf da kendi adalarını silahlandırmaya başladılar. Türkiye bunlara ilaveten 1975’te İzmir’de konuşlu Ege Ordusu’nu kurdu. Böylece Yunanistan’ı “düşman” statüsünde gördüğünü zımnen ilan etti. Yunanistan’ın buna cevabı 1986’da NATO Limni’yi savunma planlarına dahil etmek oldu.Reklam

Bugün, Yunanistan’a göre söz konusu anlaşmaların yapıldığı sıradaki koşullar köklü biçimde değişmiştir. 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi, 1936 Montreaux/Montrö Antlaşması ile ortadan kalkmıştır, ayrıca Montrö’de adaların silahsızlandırılmasıyla ilgili özel bir madde yoktur. Dolayısıyla Yunanistan için Limni ve Semadirek, Türkiye için de Bozcaada, Gökçeada ve Taşvan Adası için silahsızlandırma yükümlülüğü kalmamıştır. Montö imzalandığında Tevfik Rüştü Aras’ın TBMM’de Yunanistan’ın bu iddiasını destekleyen bir konuşma yapması da Yunan tezlerine güç vermekte.

Türkiye’ye göre ise Montrö’ye göre böyle bir serbestlik olmadığı gibi, olsa bile bu Yunanistan’ın Ege adalarını silahlandırmasını meşrulaştırmaz. Ayrıca eğer Yunanistan bu tezlerinde samimi olsaydı, Leros’u silahlandırmaya 1952’de değil, 1936’da başlardı. Demek ki o tarihe kadar statü konusunda bir kuşkusu yoktu!

Son olarak Yunanistan, Türkiye’nin 1947 Paris Antlaşması’nın tarafı olmadığını, dolayısıyla o anlaşmanın maddelerinin Türkiye’yi ilgilendirmediğini iddia ediyor, Türkiye ise, taraf olmasa da Paris Antlaşması’nın “objektif statü” yarattığını, dolayısıyla Türkiye’yi ilgilendirdiğini söylüyor. Kısacası niyet adaları “silahsızlandırma” olmayınca, adaların “silahlandırılması” için iki taraf da kendince dayanak bulabiliyor.

Başa dönersek, bu tarihçeden de görüleceği üzere Ege Adaları, Lozan’da kaybedilmedi. En fazla şu söylenebilir: 1832’den beri gruplar halinde Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıkan adaların geri alınması Lozan’da mümkün olmadı! Dolayısıyla Lozan’ın “güncellenmesi” halinde de adaların geri alınması mümkün değil. Adaları almak için geriye tek seçenek kalıyor: Türkiye’nin Yunanistan’a savaş ilan etmesi ve bu savaşı kazanması. Ardından da bu durumun ulusulararası toplum tarafından kabul edilip hukukileştirilmesi. “AKP iktidarı bu zahmetli ve riskli süreci göze alır mı?” derseniz ne yazık ki içte ve dışta köşeye sıkışması yakın olduğu için “göze alamaz” diyemeyeceğim. “Uluslararası toplum buna nasıl tepki verir?” derseniz, bu konuda da öngörüde bulunamayacağım çünkü Ortadoğu’da kartların yeniden karıldığı ve hem asılların hem vekillerin sahaya indiği bir dönemdeyiz, “olamaz” dediğimiz çok şey “oluyor”, dolayısıyla sadece “bekleyip görelim” demekle yetineceğim.


Ayşe Hür – Evrensel – 17.02.2018

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑