Makaleler

Published on Ekim 2nd, 2022

0

Duvarsız, yeni ve yeniden sosyalizm | Hüseyin Şenol


Birleş(tir)menin 32. yılı: Yıkılışın gerçek nedenini emperyalizmde aramak, hataları görmemektir. Yıkılışı, sosyalistler kendi elleriyle ördüler…

3 Ekim. Doğu ile Batı Almanya’nın birleşmesinin 32. yıl dönümü. 3 Ekim 1990’da gerçekleşen bu “zoraki” birleşmenin etkilerini hala ağır bir şekilde, hem de çok ağır bir şekilde hissediyoruz.

Bu günlerde “Batı Almanya” ile “Doğu Almanya”nın birleşmesi yoğun olarak tartışılıyor. Yıl dönümü olması da ayrı bir önem arz ediyor haliyle. “Biz” ise bunu dolaylı-dolaysız her gün gün tartışıyoruz. Çünkü, sosyalistler için “yol ayrımlarının” en büyüğüdür, Sovyetlerin yıkılışı. Böyle de olmadır; yoksa, “yeni ve yeniden” bir sosyalizmi kurmak, çok zor ve uzak olur.

BRD olan Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) ile yine Almancası DDR olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) topraklarının tek “yanlı” birleşmesinin travması, duvarın yıkılışından da büyük oldu.

1990’da 10 yıldır Almanya’da yaşayan bir Türkiyeli sosyalist olarak, “sosyalist” ülkelerin domino taşı gibi tek tek yıkılması, benim de moralimi bozuyordu haliyle. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) dahil, diğer “reel” sosyalist ülkelerin tek tek yıkılması, sadece, oraları “hatasız çok doğru yolda sosyalist” görenlerin ve benim gibi “eleştirel” yaklaşanları değil, oraları sosyalist ülke olarak görmeyen, hatta açıktan çok dillendirilmese de “sosyal-emperyalist” gören sosyalistlerin de morali çok bozulmuştu.

Batı emperyalizmi tarafından işgal edilen “sosyalist” Doğu

            Emperyalizmin çok yönlü yoğun saldırı ve baskısının yanı sıra, bana göre başta SSCB olmak üzere, yıkılışında şu üç etken de çok önemli: “sosyalist” ülkelerdeki “bürokratik” sistem, “sosyal-şoven” yaklaşım ve sosyalist demokrasidir.

            Finans kapitalin ağır baskısı, iç bürokratik sistemin de “otomatikman” bu değirmene su taşıması, yıkılışı hızlandırmış, Doğu’nun Batı tarafından işgalini beraberinde getirmiştir. 9 Kasım 1989’da duvarın yıkılışından sonra işgal işlemleri hızlanmış, 11 ay sonra 3 Ekim 1990’da Doğu Almanya, Batı Almanya’ya dahil edilmiştir.

            16 milyonluk bir ülke, anavatan denen 60 milyonluk emperyalist batı Almanya tarafından topraklarına katılmıştır. Artık işgal bölgesi olan Doğu bölgesinde söz, sadece ve sadece emperyalizmin ve maalesef onu destekleyen büyük çoğunluğuydu.

Bu yazımda, “sosyalizmin” nasıl kurulduğu ve yıkıldığını geniş olarak anlattamaya çalıştım.

Doğu Almanya, diğer doğu bloku ülkelerinden çok daha farklıydı. Bu farklılığının yanı sıra, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel etkileri de o oranda büyük oldu; hem ülkenin kendisine, hem kendisini yağmalayan ülkeye, hem de tüm dünyaya ve tüm kesimlere büyük oldu.

Önümüzdeki dönemde de Doğu’nun ilhakının nasıl gerçekleştiğine, devam ettiğine ve “bölgenin” günümüzdeki durumuna ilişkin değerlendirmede bulunmaya devam edeceğim.

***

Sosyalizm “duvarsız” olmalı

1961’in 12-13 Ağustos gecesi Berlin duvarı inşa edildi. Güya emperyalizme karşı korunmak için inşa edilen duvar, Berlin kentini boydan boya bölmüş, devam eden yıllarda daha da güçlendirilmişti. Dikenli teller, barikatlar, alarm kabloları, koruma kuleleri ve diğer “önlemlerle” 1975 yılında duvar tamamlanmış oldu.

Batılı ajanlardan, mafyadan, suç örgütlerinden ve diğer “kötülüklerden” kendini koruyabilmek için bu duvarı ördüğünü ilan ediyor, bunun sorumlusunun emperyalizm olduğu iddia ediliyordu. Ama aslında, toplumu bu sayılanlardan korumaktan ziyade, sosyalizmin başına bela olan, onu yıkıma kadar götüren, bürokratik sistem kendini koruma altına alıyordu.

12-13 Ağustos1961’de inşa edilen duvar, 32 yıl önce 9 Kasım 1989’da yıkıldı. Bir yıl sonra, 3 Ekim 1990’da da Almanca kısaltması BRD olan Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) ile Almancası DDR olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) birleşti.

Sosyalist ülkeler doğ(durul)uyor

Ekim Devrimi, tüm dünyada yeni bir umut ve gelecek olarak görülmeye başlanırken, emperyalizm de bu durumu mücadele edilmesi gereken en büyük düşman olarak gösterme çabasına geç kalmadan girmişti bile. Sovyet devrimi önce komşu ülkeleri ve devamında o komşularında komşularında etkili olmaya başlamış, ama özellikle de İkinci Dünya Savaşı (Emperyalist Paylaşım Savaşı) esnasında gelişen antifaşist ve komünist oluşumlarla birlikte, ulusal kurtuluş savaşlarının da devam ettiği Balkanlar ve Avrupa’nın doğusunda kalan diğer ülkeleri büyük oranda etkiliyordu.

Yazıyı fazla uzatmamak amacıyla, kısaca şunu da bu bölümde aktarmak istiyorum: İlerleyen yıllarda da gelecekler birlikte şekilleniyordu, savaşla birlikte ve hemen ertesinde çok sayıda ülkede. Faşizmi ağır yenilgiye uğratan Sovyetler’in güdümünde veya etkisinde yeni “sosyalist “ülkeler doğuyordu. Sovyetlere dahil olan cumhuriyetlerin dışında, Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Arnavutluk ve çok daha uzaklarda Çin vs.

Durum “gerçekten” iyi değildi

Emperyalizmin tüm kara propagandasını bir kenara bırakırsak, DAC ve diğer reel sosyalist ülkelerde durum gerçekten hiç iyi değil, iktidara çöreklenen tek parti iktidarları, sosyalizm adına ne varsa yok ediyor, sonunu kendi elleriyle hazırlıyorlardı.

Gündem, yıldönümü nedeniyle bir kez daha Berlin Duvarı ve ben de ağırlıklı olarak bu alanla ve etkisi üzerine bir şeyler yazacağım.

Reel sosyalizmin durumunu da en anlatan bir anımı bir kez daha aktarayım: 80’li yıllardı, ben de Almanya yönetimdeyim ve batıdan diğer 3 yoldaşla birlikte Batı Berlin’deki toplantımıza katılmak için yola çıktık. Her zaman olduğu gibi; sınırdan geçerken bir korku alıyor ve endişeleniyorduk. Halbuki neden bu korku? Girdiğimiz ülke sosyalist bir ülke, biz de sosyalistik. Girdikten sonra da, sağa sola, bir köye veya kasabaya da sapmayacağımızı iyice öğrenmiştik zaten. Neyse bu kez yaşadığımız korku daha büyüktü, çünkü yanımızda önemli bir paket de vardı. Bizi korkutan ve sınır polislerinin görmesini istemediğimiz ve çekindiğimiz paketin içinde ne vardı biliyor musunuz? “Kurtuluş” imzalı, üzerinde Marks, Engels ve Lenin’in resmi bulunan, bir de Türkçe, Kürtçe ve Almanca olarak “Yaşasın 1 Mayıs” yazılı afiş vardı. Giderken yanımızda götürelim dedik…

Belki o dönem bu kadar ağrıma gitmemişti ama, sonraları bu ve benzeri durumlardan çok etkilenmiştim. Sosyalist bir ülkeye giriyor, bu tür afiş sizi endişeye atıyor. Ayrıca bu endişe yersiz de değildi maalesef. Benim, hepimizin uzun yıllar kullandığı Bulgaristan yolundaki rezaletler de başka bir gerçekti. Sovyetler ve diğer sosyalist ülkelerin Türkiyeli siyasi sığınmacılara yönelik tavrı da moral bozucuydu ve “anlamakta” zorlanıyorduk. Türkiyeli devrimciler sosyalist ülkelere değil, emperyalist ülkelere “sığınıyordu”. Zaten, “sosyalist” ülkelerin sığınanları geri verdiği öenekler de az olmadığı için, sığınma girişimleri de bitmişti…

Özellikle Lenin sonrası SSCB’de uluslara ve azınlıklara yaklaşım, Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik ırkçı uygulamalar, her ne kadar sosyalistse, yine eski Yugoslavya içinde özellikle sömürgecilik başta Arnavutlar olmak üzere, diğer halklara, azınlıklara uygulanan zulüm ve Kosova’nın Sırbistan’ın sömürgesi olma durumunun devam ettirilmesi. Diğer reel sosyalist ülkelerde de durum farklı değildi, benzeri uygulamalar hepsinde vardı.

Milliyetçiliği bir burjuva fikir olarak mahkum eden Marks ve Engels’in bu görüşü, 1914’e kadar sosyalist hareketin ortak görüşü oldu. Dünya sosyalist hareketi içinde en büyük bölünme de bu tarihten sonra başlamış, on yıllarca yıl başa bela olmuştur. Savaşta ana vatanın savunmasını bahane edip, sosyal-şovenizmin batağına saplanan sosyalistlerin oranı azımsanmayacak oranda artmıştı (Şimdilerde de akıl tutulması yaşayan bazı “solcular”, Rusya’nın Ukrayna işgalini bu şekilde görüyor). Daha sonraları Lenin de bürokratik yaklaşım ve şovenizmin Sovyetler Birliği’ni tehdit eden iki önemli etken olarak görüyordu. Yine Lenin “Sözde sosyalist, pratikte şovenistleri” daha ağır bir dille eleştiriyor, onları “alçak” olarak nitelendiriyordu.

Yine konunun farklı bir yönüne değinecek olursak; birileri için bu ülkelere giriş ne kadar zorla olduysa, o ülkeden çıkmak da başka bir sorundu, o ülkelerin yurttaşları için. Bu durum özgürlüklerin kısıtlanmasının, hiçe sayılmasının en ağır ve dışa verilen önemli bir fotoğraftı. İnsanların sosyalist ülkeden çıkmaları veya kaçmaları engelleniyordu. Buna cüret edenler işkence görüyor, öldürülüyordu. Kaçarken, insanların engellenmesi bir yana, arkalarından vurulmasını anlatamayız. O zaman da anlatamıyorduk.

Hep aynı suçlama: Ajan-provokatör yalanı

Artık önümüzdeki yıl daha uzun kaleme alır ve birleşmenin 32. yıldönümünde DAC’nin FAC tarafından nasıl işgal edildiğini ve sonuçlarını daha da uzun yazmaya devam ederiz. Bunların yazılması ve üzerine uzun uzun tartışılması, bıkmadan usanmadan anlatılması sadece zorunluluk değil, aynı zamanda sorumluluktur.

Doğudaki ağır şovenizm ve ırkçılık

Yukarıda belirttiğim ırkçı, ayrımcı, şoven yaklaşım ve uygulamalar, tüm bu yukarıda saydığım reel sosyalist ülkelerde varlığı her geçen gün artıyor, biz ise buna inanmak istemiyorduk. Irkçılığın, milliyetçiliğin geldiği nokta, DAC’nin yıkılışından sonra daha da bariz olarak ortaya çıkmıştı.

90’lı yıllarda bir Alman TV programında izlemiştim, kendisiyle söyleşi yapılan eski Doğu Almanya’dan bir neonazi şöyle diyordu: “Ben milliyetçiliği sosyalist sistemde öğrendim. Vatanseverlik her gün, her an ve her yerde işleniyordu”.

Gerçekten de söylediklerinde doğruluk payı çok büyük. Bunun bu şekilde olduğunu, ırkçının, faşistin bu kadar çok olmasında ve çabuk örgütlenmesinde görmek mümkün. Sadece teoride değil, pratikte de ırkçılık yaygındı.

DAC’nde binlerce ırkçı ve milliyetçi saldırı gerçekleşti. Neonazi ve antisemitist propaganda, ırkçı saldırılar, özellikle göçmen işçi ve öğrencilere yönelikti daha da fazlaydı. En az 12 kişinin ırkçı saldırılar sonucu öldüğü bu sosyalist topraklarda, ırkçılık özellikle de Kübalı, Mozambikli, Vietnamlı göçmen işçilere yönelikti.

Duvarın yıkılmasından sonra, göçmenlerin doğuya taşınmak istememesi, oradan gelen iş tekliflerini kabul etmemesi, yersiz bir korku değildi. Kendimden ve çevremden de biliyorum, toplantı için uygun yer bulunsa da, giderken yolda ve toplantı esnasında da aralarda dışarı çıkmak istemezdik. Faşist saldırlar o kadar çabuk artmıştı ki, Dresden ve Leipzig’e toplantı için gittiğimizde, akşamları şehir merkezine gitmeye çekiniyorduk. Gideceksek, toplu olarak gidiyorduk.

Şimdi de durum çok farklı değil. 8’i Türkiyeli 10 kişiyi katleden neonazi örgüt NSU’nun, Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (PEGİDA) ve içinden doğan Almanya için Alternatif (AfD) partisinin aldığı oy ortada. Evet faşizmin bu kadar güçlü olması, NSU’nun çıkışı PEGİDA hareketi, AfD’nin yükselişi, korona gösterileri, şimdi de hayat pahalılığı eylemleri içinede yer alan, hatta örgütlenmesini gerçekleştiren “sağ”ın ve diğerlerinin, bizim tarafımızdan da daha ciddi ve geniş bir biçimde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Sadece Almanya’nın doğusunda değil, tüm benzeri ülkelerin belası ırkçılık ve faşist oluşumlar. Rusya, Macaristan, Bulgaristan ve diğerlerinde de durum farklı değil. Son yıllardaki “11 Kasım Polonya’nın Bağımsızlık Günü” kutlamalarında, on binlerce ırkçının gösteri yapması bu duruma sadece bir örnek dahadır. Faşist ve ırkçı gruplar tarafından düzenlenen gösteriye, on binlerce kişi katılıyor. Başkent Varşova’da ‘Tüm Ulusu Koruma Altına Al’ sloganıyla düzenlenen ‘Bağımsızlık Günü’ kutlamalarındaki yürüyüşte ‘Tanrı, Namus, Ana Vatan’ gibi ırkçı sloganlar atılıyor.

Benzeri gösterileri, aynı şekilde diğer eski sosyalist ülkelerde de görüyoruz.

Güncel olduğu için, Küba’dan da örnek vermek istiyorum. Ki burası hala sosyalist olduğunu iddia eden bir ülke. Geçtiğimiz günlerde aynı cinsten olanların evlenebilmesi için ülkede yapılan referandum bana göre anti demokratiktir. Ya yüzde 51 hayır deseydi veya hayır diyen yüzde 33 nasıl açıklanacak. Burada da, halkın sosyalist ideolojiyle ve yaklaşıma ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Bir çok “kapitalist” ülke bile, bunu referanduma bile sunmadan yasalaştırıyor.

Genel olarak sosyalist ülkelerin çöküşü

Reel sosyalist ülkelerden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) dahil, “güdümündeki” tüm diğer “uydu” devletler aynı sona doğru kendilerini itiyor, ördükleri duvarların altında kalma “kaderini” birlikte inşa ediyorlardı. Marksizmi, Leninizmi revize edenler, gerçekte revizyonizmin batağında yüzüyor, sosyalist toplumu ilerletme bir yana, her geçen sürede daha geriye götürüyorlardı. Ördükleri bürokratik, militarist, otokrat bir sistemdi ve tüm dünya ülkelerinde mücadele veren komünistleri de aynı “kaderin” içine atıyorlardı.

İşçi sınıfı adına iktidarda olduklarını iddia edenler, işçi sınıfına rağmen bir sistem örüyordu. Kurulanlar proletarya diktatörlüğü ile alakası olmayan, işçi sınıfının iktidarından başka her şeydi. İşçi sınıfı ve genel olarak halk da bunu görüyordu. Berlin duvarı gibi duvarlar, tüm sosyalist ülkelerin etrafına, kendi elleriyle örülüyordu. Sadece ülkeler mi, cumhuriyetler, bölgeler ve şehirler bile bundan nasibini alıyordu. Hatta aynı şehirde bile gidilebilen, gezilebilen, nimetlerinden yararlanabilinen yerler bile “duvarlarla” örülmüştü.

Uzun sürmeyeceği belliydi ve 80’lerin ikinci yarısından sonra başlayan tartışma ve gösteriler yıkımı hızlandırdı. 80’lerin sonunda başlayan yıkımlar, 90’ların başına kadar domino etkisiyle sürdü gitti. Kendilerini proletaryanın yerine koyan, proletere, işçi sınıfına ve genel olarak tüm halka karşı devletin başına çöreklenen tek parti diktatörlüklerinin kurulduğu ülkeler Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ve diğerleri birer birer de değil, toptan yıkıldı gitti. Çin’in geldiği “rezil” durum da ortada.

Evet yarın Birleş(tir)menin 32. yılı: Yıkılışın gerçek nedenini emperyalizmde aramak, hataları görmemektir. Yıkılışı, sosyalistler kendi elleriyle ördüler. Sovyet devrimi sonrası, suçu tek başına hiçbir “usta” ve döneme bağlamadan, devrimin doğuşuyla birlikte yaşanan hata ve sorunlarda aramalı. Ve devamında da, özellikle de Lenin sonrası ve yıkılışa kadar sorunlara bakmalı. Sorunu sadece, Stalin ve devamında Malenkov dönemi sonrasında, yani 1956’da gerçekleştirilen kongreden itibaren aramak, bundan sonra da kimseyi ilerletmeyecektir ve genel olarak sosyalizme gerçek anlamda katkı sağlamayacaktır…

Yeni ve yeniden kuruluş

Genelde sosyalist devlet esnasındaki olumsuzlara değindim yazımda. Bu kesinlikle, çöküş sonrası durumlarında daha iyi olduğu anlamına gelmemeli. Başta Almanya’nın doğusu olmak üzere, hiçbirinin durumu iyi değil ve yeni büyük derin krizler bekliyor onları.

Kuruluşa, yönetime, çöküşe ilişkin ne çok not almış, ne çok yazacaktım ama diğer yazılara bırakıyorum. Yoksa kötü gidişatı, durumu anlatmak için gerçekten ve maalesef malzeme çok bol.

Yıldönümlerde değil, aralarda da bu konuya değinmek önemli. Çünkü konuştuğumuz geleceğimiz.

45 yıla yakın mücadelem esnasında bu ülkelere sürekli eleştirel yaklaşanlardandım. Keşke biraz daha eleştirseydim, eleştirseydik.

Sosyalist demokrasi tartışmaları bundan sonra daha da yoğun bir şekilde sürdürüldü. Çok geç kalınmıştı ama hiç yoktan iyiydi. Sosyalizm, bu tartışmalar sayesinde yeniden umut olmaya devam ediyor. Sosyalist demokrasi ve genel olarak “demokrasi” hiç bir yer ve zamanda önü kesilecek duruma getirilmemeli. Özellikle de reel sosyalizmin yıkılışı bu anlamda en büyük ders olmalı. Sosyalist demokrasinin “an”ı ol(a)maz. Hiçbir alanda sosyalist demokrasiden en ufak bir taviz verilmemelidir. Verilen tavizler, devletleşildiğinde de size yaşam alanı ve hakkı tanımayacaktır, şiddetini misliyle gösterecektir.

Sosyalist demokrasi, sosyalizmin geleceği ve garantörüdür.

Sosyalizm, savunduğumuz gibi insanlığın “önlenemez” geleceğini ise, bizzat kendi ellerimizle geciktirmeyelim.

Gerçek sosyalizmdir ve “Sosyalist Yeni ve Yeniden Kuruluş” mutlaka gerçekleşecektir.

İçimizdeki duvarları yıkmadan, dışımızdaki duvarları yıkamayız.


Hüseyin Şenol – 02.10.2022

Tags: , , , , , , , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑