Biten veya değişen bir şey var da biz mi görmüyoruz? - Gül Güzel

Yazarlar

Published on Mayıs 26th, 2020

0

Biten veya değişen bir şey var da biz mi görmüyoruz? – Gül Güzel

İnsanca yaşam için, onurlu bir hayat için, çocuklarımızın yüzüne bakabilmemiz için eşitlikten, özgürlükten ve adaletten vazgeçmedik” diyenlerin hikayeleri hiç bitmedi.

Bizler çok yönlü yalanlarla şekillendik

Çocukluğumuzda bizlerden kimliğimiz ve inancımız hep gizli tutuldu. Daha sonra nedenini sorduğumuzda, ’sizleri korumak için’ denildi. Çünkü yasaklı ülkenin, yasaklı kimliğinin çocuklarıydık. Gittiğimiz okullarda, beş sene boyunca her sabah yalan söylemek zorunda bırakılanlardık aynı zamanda. Daha sonraları bazen içinde, bazen yakınında, bazen de karşıda durarak bazı şeyleri anlamaya değerlendirmeye çalıştık, çalışıyoruz.

Qoçgiri’den göç eden ailemin, Alevi ritüellerini İstanbul’da neden gizli ve gözlemciler eşliğinde yaptığını, 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak otelinin İslam adına yobazlar tarafından yakılarak, 33 Canın ölümüyle anladım. En vahim durum da, ebeveynlerimizin çeşitli saldırı ve olumsuzluklardan koruma adına, bizimle anadilimizi konuşmamalarıydı. Sadece zorunlu kaldıklarında, gizlice kendi aralarında konuşuyorlardı. Bütün bunlar çocukken bana bir şeylerin vahametini çağrıştırıyordu ama sorularımız hep cevapsız kalıyordu… Büyüyüp, Avrupa’ya geldikten sonra, bütün bu inkâr, imha, asimilasyon, katliam ve soykırımları büyüteç altında görmeye, kimliğimizi anlamaya, aramaya, sahiplenmeye başladık. Kimliğimize sahip çıkarken, TC devlet sisteminin henüz resmi devlet sistemi olarak kurulmadan önce de, tek ırk ve din üzerine kendini inşa etmeye başlayan soykırımcı bir oluşum olduğunu tespit ettik. Uzakta olunca insanın bu tür şeylere ayna tutması daha kolay oluyor kanımca. Bir de, o sistemin dışında yaşıyor olabilmenin verdiği avantajlar da etkileyici oluyor. Bu yazıma başlarken çok masumane bir dille sadece KCK süreci ve mağduriyetlerine kısaca değinmek istiyordum. Hatta elli cümleden fazla bir yazı düşünmüyordum derken şimdi yazımı sınırlı tutmaya zorluyorum  kendimi.

            Operasyonlardan, katliamlardan kurtulamayan bir halk...

Kimliğimin inancımdan baskın çıktığı 1999 sürecinden sonra, ruhum çokça darbeler yaşamış olsa da, direnç ve sahiplenmem de bir o kadar güçlendi. Hesap sormam gerekiyordu. Taa 1915’ten bugünkü sürece varan katliamlara, soykırımlara, yakılıp- yıkılmanın yanısıra gasp edilen ülkemin gözyaşlarına varana kadar. Ki Doğu Kürdistan dışında her tarafını defalarca gezdiğim Kürdistan’ımın. Gezerken, ben de kendimi ülkem gibi yaralı, isyankâr hissettim: İsyanlardan çığlık- çığlığa haykırdığım anlar hiç az olmadı. Toplu mezarların yoğunca olduğu Hakkâri – Van sınırları içindeki bölgelerde dere kıyılarında, çöplük tepelerinde, yol kıyılarında(Zap vadisi, Diyar deresi, Kazan Vadisi vb.) yerlerde katledilen çocuklarımızın zamanla kısmen dışarıya çıkan kemiklerini gördükçe, bu sistemin temelinin diğer halklar gibi biz Kürt halkının katliamı, soykırımı üzerine kurulduğuna kahrediyor ve her seferinde dertlerimi devşirirdi çaresizce…

Umutların hiç karşılık bulamaması ve de bitmemesi…

Daha sonra başlayan Oslo, Dolmabahçe ve benzeri barış görüşmelerinde umutlananları gördükçe, düşüncelerimizi, üzüntü ve isyanlarımızı yüreklerimizin derinliklerine hapsettik. Hani, bir umut peşinde koşanlara olan saygımızdan. Gördük ki, Kürt özgürlük hareketinin ateş kesmesinin 3-4 gün ardından KCK operasyonlarını başlatan inkarcı devlet sistemi, eş zamanlı olarak tutuklama hamlesine başlamış. İki sene önceden bütün hazırlıklarının planlanıp yapıldığı tutuklama operasyonlarıydı bunlar. Siyasi aktivistlerden belediye başkanlarına kadar 6 şehirde eş zamanlı bir tutuklama furyası. 7 bin 500 sayfalık iddianamelerle, 14 Nisan 2009’da ilk etapta 52 kişi, daha sonra 17 Haziran 2009’da 18 kişi ve 11 Aralık 2009’daki 3. operasyonlarla da 35 kişi ilk etapta gözaltına alındı.

Bu tutuklamaları yaparken kelepçelediği insanları, yandaş medya ve basınında teşhir etmek için servis etti. Aynı  şekilde Hakkari’de, 22 Mart 2008’deki Newroz kutlamalarının yasaklanmasını protesto eden çocuklar arasında, 12 yaşındaki Cüneyt Ertuş’un kolunu kıran polislerin basına, ’’gelin çekin, ibret olsun!’’ diyerek kol kırma olayı…Bu ve benzeri olaylarla devlet sisteminin her aşamada, Kürtleri katletmesini, kimliğini inkar edip, bütün mal varlıklarını gasp ederek, göçe zorlamasına yıllardır şahit olduk, oluyoruz.

İnsanca yaşam için, onurlu bir hayat için, çocuklarımızın yüzüne bakabilmemiz için eşitlikten, özgürlükten ve adaletten vazgeçmedik” diyenlerin hikayeleri hiç bitmedi.

Bizler, benzeri imha olaylarını 1992- 96 yılları arasında yürütülen köy boşaltma operasyonlarında yakılıp, yıkılan 450 köyden de biliyorduk. Derken, devlet gizli istihbarat, MİT elemanları ve benzeri mercilerce hazırlatılan 7 bin 500 sayfalık iddianamelerle, KCK davaları, Diyarbakır 2. Ağır ceza mahkemesinde, 14 Ekim 2010 tarihinde nihayet başladı. Hatta bu duruşma salonu da KCK davaları için özel yapılan 500 kişilik büyük ve yüksek güvenlikli bir salondu. Salondaki sanıklardan mecburiyete dayalı Türkçe konuşturma istemleri ve yine inkara karşı direnenleri de izledik. Kardeşlik ve barıştan uzak, inkâr ve imha sonucu bu davalar 7 yıl sürdü. Ardından 28 Mart 2017’de 111 kişi çeşitli cezalara çarptırıldı.

Utanılması gereken bir şekilde de, bu davadaki tebligat ve benzeri masrafların tutarı olan 29 bin 100 TL de yargılananlardan talep edildi. Bütün bunların yanısıra, KCK Ana davasından dosyaları ayrılan HDP Milletvekilleri Osman Baydemir, Dirayet Taşdemir, Çağlar Demirel, Selma Irmak, Ahmet Yıldırım, Besime Konca, Alican Ünlü ve Nadir Yıldırım’ın ise Diyarbakır 2. Ağır Ceza mahkemesinde davaları hala devam ediyor.

Bütün bu kısa zihin jimnastiği ve hatırlatma işlemiyle geçmişten günümüze süregelen bir inkârlar silsilesinin yaşayanları olarak, peki bizler kendi kendimizle gerekli şekilde yüzleşebiliyor muyuz? Yoksa büyük bir ihtimalle kendimizi yıllardır avutup, oyalıyor muyuz? Tekçilik üzerine kurulan TC’nin mimarı Atatürk’ün emriyle, 12-13 Temmuz 1930’da, 15.000 kişinin katledildiği, “ Muhayyel  Kürdistan burada meftundur!‘‘ denilen Zilan katliamı(Komkujiya Geliyê Zîlan) bugünkü duruma benzer şekilde, o zamanki basında şöyle ifade edilmişti,‘‘Ağrı dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur” (16 temmuz 1930, cumhuriyet)’’ Bizler o zihniyetin değişmediğini, bugünkü siyasi soykırım (Kayyım atama) operasyonlarında da canlı bir filmi izler gibi izlemeye devam ediyoruz. Belki iyi kardeş olamayan bu halkların artık iyi komşu olması yönünde gerçekten  farklı düşünüp, kendimizi yönlendirmemiz gerekmiyor mu? 21. YY ’da 50 milyonluk bir halkın kendi devleti olmaması o kadar da anlaşılır bir şey değil. Yönetim şekli Rojava’da zaten şekil ve  hayat bulmuş durumda. Kimlik, inanç, cinslerin eşit, adalet içinde birlikte yaşayabileceğinin mümkün oluğunu da yerinde izleyerek gördük, şahit olduk. Velhasıl artık faşizmin imha, inkar, sömürüye dayalı gölgesinden çıkma zamanıdır kanımca…Hani yoksa, biten veya değişen bir şeyler var da biz mi göremiyor, bilmiyoruz acaba?


Dip not: 2008 yılında ibret olsun diye Hakkari’de kameralar önünde kolu polisler tarafından kırılan Cüneyt Ertuş 12 yaşına rağmen ardarda tutuklanmalar yaşadıktan sonra, çareyi dağa çıkmakta buldu. Çekimleri yapması için izin verilen ve yaptığı haber yüzünden başına gelmeyen kalmayan gazeteci Hamdiye Çiftçi ise daha sonra bu çekimlerden dolayı yargılanarak, cezaevine atıldı(!)


Gül Güzel – 26.05.2020

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑