..." /> Bir dost için hariçten gazel, yoldaşlara kişisel rapor! | İ. Metin Ayçiçek

Makaleler

Published on Eylül 8th, 2022

0

Bir dost için hariçten gazel, yoldaşlara kişisel rapor! | İ. Metin Ayçiçek


Ayçiçek, “Hariçten gazel okumayın” diyenlere, “Dahiliyeden gazel okuyun” diyor: Yakın tarihte, hayranı olduğumuz Marx da Engels de, Lenin ya da Troçki de, Rosa Lüksemburg ya da diğer devrimci önderlerin birçoğu da, ta ki dahildekiler devrim bayrağını açıp alanları kızıla boyayana kadar Sovyet Devrimi için “hariçten GAZEL okudular”…


BELGELER’in 10. Kitabı için facebook sayfamdan yaptığım duyuruda şöyle bir paragraf vardı:

“Bu kitapların yayını, sonuncu belgeye kadar sürecektir. Elbette geçmişe ilişkin birtakım olayları okumak herkes için bir zorunluluk değildir. Olmamalıdır da. Ama geleceği değiştirmek isteyen bütün siyasal akımlar birbirinin tarihlerini de öğrenmek zorundadırlar. Çünkü bu mücadele, insanlığın Cennet hayalleri içerisine kapattığı o “sınıfsız toplum” sistemini hapsedildiği hayalin dışına çıkarak yeryüzüne indirmek ve insanın üretici ellerine teslim etmek için sürdürdüğü kesintisiz çabanın gerekliliğidir. Ve zafere kadar bu ideal ve bu mücadele devam edecektir elbette!”  

Bu nota değişik içeriklerde yorumlar geldi. Genellikle yazılarıma ilişkin yorumlara yanıt vermek gibi bir alışkanlığım yok. Elbette her yazı, her not, her çaba yoruma açık olmalıdır. Hoşumuza gitmeyen yorumlar savunma refleksiyle hemen yanıtlamaya kalkmak, yazarın eleştirilmesini zorlaştırır. Ama belden aşağı vurma çabalarını yöntemin kirliliği açısından eleştirmek, ya da gerçeğe denk düşmeyen iddiaları aydınlatmak da bir anlamda tarihin değerlendirilmesine katkı sunmak amacını taşır. Çoğu zaman, niyetten bağımsız olarak, salt bilgi yetersizliği nedeniyle bu türden konumlara düşülebilmektedir ki, bu durumda “açıklamalar” ile not düşmek okurları belgelere başvurmaya daha çok zorlayabilir. Yeter ki iddialar belden aşağı vurmak amaçlı olmamalı. Hele de kimin nerede ne yaptığının bilinmediği bir dağılma-çözülme ya da bozgun sürecinde bu türden iddialar bilinçli oluşturulmasa bile, gerçeğin görülebilmesini engelleyen bir bilgi kirliliğini üretebilirler.

Sevgili “Nedimhan Stalay Atalay” yoldaşım hangi öfkenin dışa vurumu olduğunu bilmediğim kısa bir cümleyle, belki de onun da anlatmak istediği şeyden apayrı bir anlamda yorumlanarak “belden aşağı vurmak” olarak değerlendirilebilecek bu duyguyu iletmiş:

“Zor dönemde kaçmamak kaydıyla Ayçiçek, öyle değil mi?”

Önce, beni kastettiğini anlamadım, ya da üstüme alınmadım. Sevgili Bayram Işık yoldaşımın yanıtıyla hedefi anlayabildim. Öğrendim ki kastedilen bendim.

Bayram Işık arkadaşım Nedimhan’ın notuna şöyle bir yanıt eklemişti:

“Nedim abi ‘zor dönemde kaçmamak’ derken..? Pardon abi, ama hadi sen kaçmadın da… neredeydin? İdolümüzdün ama, hakkını da teslim edeyim. Üzerine yüzlerce ifade (hem de bayağı ağır ifadeler) varken… 20 yıl sonra 1 gün gözaltısız, hapis yatmadan, (çok soruşturdum 20 yıl boyunca ilişkin de olmamış) çıkıp geldin ve ‘hadi kaldığımız yerden’ dedin. Birilerini suçlarken (haklı haksız!) Bir an olsun düşünsek mi desem!!!

Önce ayna… Önce ayna!  Sahi neredeydin?!!!”

Ben bu soruların peşinde değilim elbette. Nedimhan’ın samimiyetine inanmak istiyorum. Onun sorusuna yanıtım tabi ki benim inandığım, onunsa haklı olarak benden beklediği gibi açık olacaktır:

“Evet yoldaş, Zor dönemde devrimci mücadeleyi, devrimci örgütü bırakıp kaçmak devrime ihanettir; yoldaşlığa ihanettir… Onurlu bir devrimci, böylesi bir kişisel karar içerisinde bulunduğunda devrimci onurunu kaybeder, kaybetmelidir de! Evet aynen Nedimhan, senin de söylediğin gibi, kesinlikle öyle!

Hani, övünmek gibi algılanmasın yine de, ama, yani diğer örgüt üyelerimizin ya da aynen benim yaptığım gibi davranmak gerekir sevgili Nedimhan!

Zor dönemde değil en zor dönemde de olsa, devrimci bir mücadele içinde, üstelik başka yoldaşları için de karar verebilecek organlarda yer alan bir devrimcinin, kendini, diğer yoldaşları gibi ateş hattına atmaktan çekinmeden mücadeleyi sürdürmesi gerekir.

Yani örneğin aynı örgüt yapısı içinde önemli görevler üstlenmiş olan siper arkadaşı olan eşyoldaşını henüz 6 aylık olan çocuğuyla birlikte 12 Eylül ülkesinde bırakarak örgüt kararına uyup Suriye’ye geçmeyi kabullenen Ayçiçek ve benzerleri gibi davranmak gerekir.

Bunu, böbürlenmeden ama gururlanarak; bununla başkalarıyla rekabete girmeden ama örnek olmaya çalışarak; bunu diğer yoldaşlarından kendisini ayıran bir özveri olarak değerlendirmeden, yoldaşlarıyla eşitlenen bir ruh haliyle ve bir görev yaptığının bilinciyle davranarak; devrimci mücadelenin bütün cephelerinin bir savaşı kazanmak için gerekli ve önemli olduğu bilincini unutmadan; görevlerin önemi konusunda bütünün kazanımlarını gözetmeyen tasnif  ya da yorumlardan kaçınarak, belden aşağıya vurmaya çalışmadan…”  

Yanıt vermek istememiştim başlangıçta. Ama hadi dedim, mademki tarih yazımına bu kadar önem veriyoruz, o halde Nedimhan’ın iddiasını da yanıtlamak gerekir. Çünkü kanıta değil yoruma dayalı iddialar genellikle eleştirmen’in ruh haline göre biçimlenir. İddialar yanlış ya da doğru olabilir, hiç önemli değil, ama yanıtlanması gerekir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, hoşumuza gitmeyen eleştirilerde “niyet” aramak yerine “yöntem” ve “kanıt” aramak esastır. Böyle olmasaydı eleştiri değil, “vur kaç” taktikleriyle yıpratma gibi bir yanlışa düşme olasılığı çok ciddi boyutta artar. Ki, Kurtuluşçular yöntemsiz, kanıtsız eleştiri yapılamayacağını 1977 yılından itibaren sürdürülen eğitim programlarımız içerisinde “Başlangıç İlkeleri” kapsamında işlemeye başlamıştı.

Ve Nedimhan’ın yazısındaki gibi örnekler bugün dahi ortaya çıkabiliyorsa, konuyu, bu örneklerin alt düşünceleri, kişisel niyetleri, yeni döneme ilişkin yeni projeleri gibi her insanda görülebilecek tanımlar üzerinden kişiselleştirilerek değil, geçmişte yapılan o tür çalışmaların içerikleri, yöntemi, sunum biçimleri, sunucuların örneklik kapasiteleri ve benzeri üzerinden tartışmak sanırım daha öğretici, eğitici olur.

Giriş olarak, “eleştiri” yöntemleri üzerine birkaç söz etmek gerekiyor.

Her eleştirinin içeriği kanıta dayanarak, somut ifadelerle doldurulmalıdır. Altyapısı olmayan, kanıta dayanmayan söylem ya da iddialar masal ya da öykülere hoş bir tat katsa da, gerçekliği kirlettiği için bilinçlerde tahribat yaratır. Hele de, doğrudan eleştirmeyip değişik cümle oyunlarıyla, ima ediyormuş gibi ortaya zarflar atıp, her okuyucuda farklı tanımlara yol açabilecek belirsiz iddialarla eleştiri yapmak asla mümkün değildir.

Örneğin Nedimhan’ın soru formunda dillendirdiği cümlesi, yanıtı beklenen bir soru değil, “ima” yoluyla açıkça dillendirilmiş bir itham olarak anlaşılıyor: “Zor dönemde kaçmamak kaydıyla Ayçiçek, öyle değil mi?”

Suçlamaya yönelmiş eleştirilerde, soru açık sorulmalı, yiğitlik edebiyatı yaparak hamasetten yardım almak yerine, yaşananı anlamaya, süreçleri öğrenmeye, atılacak adımları netleştirmeye yönelik olmalıdır. Bu çaba sonrasında ulaşılan kararlar, saklanmadan, sadece ima edilerek bırakılmadan ama eleştirilmesi gerekiyorsa açıktan ve gerekçeleriyle temellendirilerek eleştirilmesi gerekir. Kime yönelirse yönelsin ve kim yöneltirse yöneltsin, eleştiri amaçlı bu tür çabalar, politik süreçlerin anlaşılmasına ve doğru değerlendirilmesine yardım edecektir. Bu çaba, gerçek verilere dayandırılıp, adil bir değerlendirme ile gerçekleştirilmelidir. Çok boyutlu yorumlanıp, varılan sonuçlar korkusuzca ilan edilmeli ve eleştirilen davranışın ve tutumların ortadan kaldırılmasına yönelik önerilerimizle donatılarak yapılmalıdır.

Bu hassasiyet gösterilmediği takdirde, aşağıda tanıtacağım ama benim yaşlı hafızamın da henüz kim olduğunu hatırlayamadığı Reşat Gazi gibi birilerinin hamaset yaparak dayanaksız iddialarla meydana atılmasına yol açmış oluruz. Devrimci saflarda en tehlikeli tartışma yöntemlerinden birinin “çamur at, izi kalır” anlayışı içerisinde gerçekleştirilen yöntem olduğunu biliyoruz. Hepimiz, henüz sosyalizm saflarına katılmadan önce de bu tarzın ahlaki değerler sistemi içinde yer almadığını bilmekteyiz.

Marksist devrimcilerin hepsi bilir ki (en azından öyle kabul etmek bana büyük umut veriyor) bir ülkenin sınırları içerisinde doğan çelişkilerin çözümü, esas olarak, yine o ülke sınırları içerisindeki gelişim dinamiklerinin zoruyla olacaktır. Bu türden çelişkilerin çözümü sürecinde dışarıdan gelecek katkılar süreci katalize etse de belirleyici olan iç çelişkinin gelişkinlik sürecidir.

Ve herhangi bir ülkede, her devrim döneminde bu kuralın geçerliliği temeldir. Ve bununla birlikte, hiçbir devrim, dünyanın bütününden soyutlanarak gerçekleştirilemez.

12 Eylül öncesi gerçekleştirilmiş olan 1. Konferans’ımızda ve akabindeki süreçte organ kararlarında “ideolojik organın” ülke dışına çıkarılması; ülke dışında düzenli olarak yayınlanabilecek bir yayının hazırlanması, uluslararası dayanışma gruplarıyla ilişkiler kurulması gibi amaçların gerçekleştirilmesi için bazı arkadaşların ülke dışına çıkarılarak örgütlenmelerin gerçekleştirmesi gibi, geleceği öngören değerlendirmeler üzerinde biçimlenen kararlarımız vardı. Ne yazık ki 12 Eylül öncesi, örgüt içinde yeni yeni belirmeye başlayan bazı sıkıntılar nedeniyle bu kararları gerçekleştirmek mümkün olamadı. Ama yine de bu kararları gerçekleştirmek amacıyla ön koşulları hazırlamak için ülkeden 3 değerli yoldaşımız Avrupa’ya gönderilmişti. Örgütümüz Avrupa’daki çalışmaları düzenlemek ve geliştirmek; Avrupa’da yayınlanacak bir dergi ile düşüncelerimizin yaygınlaşmasını gerçekleştirmek vb. kararlarını ancak 12 Eylül sonrası alelacele hızlandırarak uygulamaya soktu.

Sevil Tarkan, Boğaziçi’nden Sami ve eşyoldaşı Ayşen. (Sosyalist İşçi’nin bütün ön çalışmalarını bu üçlü gerçekleştirdi. Aynı zamanda Almanya genelinde Kurtuluşçu yoldaşlarla ilk temasları bu yoldaşlar gerçekleştirerek Avrupa örgütlenmesinin ilk adımlarını attılar. Berlin); Zerrin Sayın ve Mahir Sayın dünyalar güzeli çocukları Zeynep ile birlikte, Münih’te yerleştiler. İçimizde en zenginimiz Zerrin yoldaşım idi. Münih’te büyük bir otelin tuvaletlerini temizliyordu. Eve alınan sütü yetişkinlerin içmesi yasaktı, çünkü küçük Zeynep’in süte ihtiyacı daha fazla idi. İ. M. Ayçiçek (Nürnberg ve genel olarak Avrupa çalışmaları), ülkedeki eş yoldaşı Armağan’ı ve yaklaşık 3 yaşındaki kızı Başak’ı kendi olanaklarını kullanarak (bildik yollarla, erkek pasaportuyla) Almanya’ya getirdi. Ayçiçek, iltica kampının bulunduğu köyün yakınındaki Würzburg çevresindeki köylerde üzüm bağlarında çalıştı ve bir komünist ilticacı olmasına rağmen kendisinin aşırı ölçülerde sömürülmesine göz yumdu ve kızına süt parası kazanmaya çalıştı. (Şaka değil, süt parası.) Bu çalışmalarda sırt omurlarında oluşan üç fıtık nedeniyle ödül alamadıysa da gururla anlatabileceği bir anı kaldı yaşamını süslemek üzere. Nürnberg belediyesinden demokrat dostlarının yardımıyla kendi olanaklarıyla kendine ehliyet yapıp kısa dönem şoförlük yaptı; Doğan Tarkan (alınan kararla İngiltere), Bülent Uluer yoldaşımız henüz örgüt üyesi olmamasına rağmen, devrimci dayanışma amaçlı olarak Avrupa’ya çıkarıldı ve yaşamını kendi emeği üzerinden sürdürmek için Hollanda sınırına yakın küçük bir yerleşim yerinde (aklımda kaldığı kadarıyla Eschenbach) “ölü yıkayıcılığı” gibi bir işte çalışıyordu.  

Ve bizden önce Avrupa’da yaşayan Kurtuluşçu yoldaşlarımızın olağanüstü fedakarlıkları üzerinde yükselen bir Kurtuluş örgütlenmesi yavaş yavaş böyle bir oluşumla başladı.

Ve özet olarak: Örgüt kararı dışında hiç kimse bu çıkışta kendi başına karar vermedi.

Aksini iddia eden bunu kanıtlamalıdır ki, böylelerine yönelik yapacağımız tanımlar gelecek devrimci kuşaklara da örnek teşkil edebilecek bir gelenek üretilebilsin. Ama bu kanıt yoksa, bu türden iddialar ciddi sorunlar üretebilecek iftiralar olmaktan kurtulamazlar.

Sahi, hadi 80 başlarındaki ağır baskı koşullarını atlayalım: Ben 85 sonunda, polis operasyonunda ağır bir darbe yemiş olan örgütümüzün yeniden toparlanması göreviyle (ve tutuklanmamış olan tek MK temsilcisinin kararıyla) ülkedeydim. Ülkedeki yoldaşlarımın da büyük özveriye dayanan çabalarıyla 1. Kongre’mizi yaptık. Böylece, ülke topraklarında ilk kez seçimle gerçekleştirilen bir MK oluşturduk. Bütünüyle dağılmış olan Kürdistan örgütlenmesini yeniden örgütleyebilmek için Kürdistan Örgütlenme Komitesi adıyla yeni bir organ oluşturduk. Ülkede Yeni ÖNCÜ dergisini çıkarmaya başladık. (Mart-1987). Avrupa’dan çıkışımdan yaklaşık bir buçuk yıl sonra tekrar Avrupa’ya döndüm.

Herkes yaptığı çalışmaları döksün ortaya. Hayır, birbirimizi suçlayıp gölge boksu oynamaya kalkmadan, sadece yapılanlar üzerinden değil yapılmayanlar üzerinden de sohbet ederek değerlendirelim şu yaşadığımız tarihi.

Tabi ki eğer bir ülkeden söz ediyorsak, oradaki çelişkilerin durumu, gelişim düzeyleri, çelişkiler arası çatışmaların gücü, gelişkinliği esas olarak bu iç çelişkiler tarafından, o topraklarda yaşayan örgütlü devrimci sınıf ve tabakaların mücadelesi sayesinde gerçekleştirilebilir. Elbette böylesi durumlarda dünyanın her karış toprağındaki dayanışma güçleri birbirine destek vereceklerdir. Ama yine de devrimci gelişmelerden birinci dereceden sorumlu olanlar ülkede yaşayanlar değil midir? Hadi başlayalım.  

Reşat Gazi arkadaş, hamasete dayandırılmış iki cümle ile bir şeyler söylemek istemiş, ama anlaşılması güç.  

Entellektüel birikimle hariçte gazel okumak kolay. Gel de kendi vatanında gerici, dinci faşist iktidara karşı mücadele et de seni alkışlayalım.”

Aslında herhangi bir şey söylememiş. Sadece bir şeyler yapamamanın ayıbını başkalarına yükleyerek kurtulmak istemiş.

Örneğin “hariçten gazel okumak” sözü bildik bir hileli sataşmadır, bir aczin ifadesidir, bilginin gücünü reddeden bir anlayıştır. Bu anlayışla (“vatanım” olarak “Türkiye” kastediliyorsa eğer) o ülkedeki ilerici-gerici bütün gelişimlerin en büyük payı “dahilde gazel okuyanlar”a aittir. 20 yıldır iktidarda olan bir “gerici dinci faşist iktidara” karşı mücadele (elbette o toprakların dışındaki demokrasi güçlerinin destekleri de dahil olarak, ama) esas olarak o ülkenin devrimci güçlerine düşen bir görevdir.

Bırak hariçten gazel okuyan okusun, sen de dahilden gazel oku ve ‘gel kardeşim birlikte savaşalım’ çağrısı yap ki geleyim sipere. Ben dışarıdaydım ve hadi beceriksizliğimle ve korkumdan dolayı gelemedim “vatanı” kurtarmaya. Sen yaptıklarını, yapmak istediklerini doğru bir biçimde anlat ki ben de cesaretlenip yanına yoldaş olayım. 80 sonrası iktidarları anladım, güçlüydü, darbeydi, baş edemedik. Sonra o ünlü koalisyonlarla çürüyen devleti de gördük. Ama seçimle gelen AKP gibi bir partinin 20 yıldır gücünü koruyarak demokratik hakları bir bütün olarak yok ediş sürecindeki o müthişş mücadelenizi anlatın ki dersler çıkaralım.  

Üstelik şu uyduruk ve gerçekten saçmalık olan “hariçten gazel okumak” hilesini de bırakmak gerekmez mi? Gerçekten büyük bir hile bu. Bir yandan, yazılarımızda sıkça kullandığımız Prometheus öyküsünü zaman-mekân dışı bir öyküyü destanlaştırıp insanlığın aydınlanması mücadelesinde güne örnek vereceksin; ya da, isyan duygularımızı haykırırken coşkuyla bütünleşmek istediğimiz eski çağ Roma’sında köle Spartakus’la da sınıf kardeşliğimiz de yokken… Şeyh Bedreddin ile ya da Pir Sultan’la ideolojik bir yakınlığımız ve zaman-mekan ortaklığımız yokken, onların zalim bir yönetime karşı direnişini sahiplenirken…

Yakın tarihte, hayranı olduğumuz Marx da Engels de, Lenin ya da Troçki de, Rosa Lüksemburg ya da diğer devrimci önderlerin birçoğu da, ta ki dahildekiler devrim bayrağını açıp alanları kızıla boyayana kadar Sovyet Devrimi için “hariçten GAZEL okudular”…  

Dahilden gazel okumak ile hariçten gazel okumak arasında (eğer ortak bir amaca-hedefe yönelikse) amaç üzerinden farklılaşan hiçbir fark yoktur. Mekân olarak dışarıdan sürdürülen devrimci mücadele de en az içeriden sürdürülen mücadele kadar önemlidir.

Körleştirilmiş öfke hedeften yoksundur. Sağa sola ateş etmek gibi bir şey, yeter ki o müthiş patlama sesini duyalım. Ve böylesi bir öfke “neden kaçtınız” sorusunu sorup yanıt istemek yerine, ”entelektüel birikimi” de mahkûm eden göndermeler yapabiliyor. Dilerim Kurtuluşçu değildir bu arkadaş. Çünkü “entelektüel” sözcüğünü aşağılama aracı olarak kullanan bu tür anlayışların nasıl bir tehlike olduğunu, Pol Pot ile benzerliğe dikkat çekerek söylesem çok mu ağır olur? 1975-79 yılları arasında Kamboçya’nın gerçek bir ruh hastası olan lideri Pol Pot, kendisine bağlı Kızıl Kmerler’i kullanarak 700 bin ile 1,5 milyon arasında olduğu iddia edilen, çoğunluğunu aydınların oluşturduğu büyük bir katliamın örgütleyicisidir. Tarım üzerinden inşası ve yükseltilmesi hedeflenen bir Marksizm dışı “sosyalizm” anlayışının kurulmasını gerçekleştirmek isteyen Pol Pot diktatörlüğü zamanında, elleri nasırlı olmayan, ya da gözlük kullanan, ya da farklı dilleri bilen, aydın ya da entelektüel gibi tanımlarla anılan herkesi kırsal bölgelere tarım işçisi olarak sürdü. Bunlar üzerinde uygulanan politikayla ciddi katliamlar gerçekleştirildi. Entelektüel olmanın ağır bir suç olarak tanımlandığı tarihin gördüğü en aptalca, kültürel gelişimi olduğu gibi bütünüyle karşısına alan bu iğrenç “sosyalizm” anlayışının iktidarı yıkıldıktan sonra Pol Pot ABD ve Batı emperyalizminin desteğine sığındı.

Günümüzde de “aydın” ya da “bilge” anlamlarında kullanılan entelektüel sözünün kendi anlamının önemini ve bir devrim hareketindeki değerini görmezlikten gelerek, sözcüğü “entel” biçiminde kısaltarak “bilge” ile dalga geçebileceğini sanan kişiler, Pol Pot mantığından kaç milim uzakta olduklarını düşünebilirler ki?   

Hele de, 70’li yılların başları ve öncesinde, Türkiye toplumunda başlayan o büyük uyanışın kültürel üretimde tartışmasız ana kaynağını sosyalist entelektüel birikimle gerçekleştiğini; örneğin bir Hüseyin Cevahir’in sanat, sinema, edebiyat üzerine yazılarını okumamış bir cehalet karşısında, Çorum köylerinin köylüsü İbrahim Kaypakkaya’yı elinde silahıyla düşünürken, onu bir profesyonel olarak çaldığı kemanıyla düşünmenin zorluğunu aynı kültür yoksunluğunun sonuçlarından biri olarak görmek hiç de rastlantı olamaz.

Sadece entelektüel olmak da yeterli değil elbette. Yaşamın, başta sanat olmak üzere bütün alanlarında devrimciliğin nasıl bir yaratıcı güce sahip olduğunu anlamak çok zor. Deniz Gezmiş’i sadece ünlü parkası ile hatırlayanlar, o parkanın içindeki yaşam gücünün, idam sehpasında iken, yaşamının son isteğinde Rodrigo’yu kulaklarında taşımak istediğini hatırlamadan, ve bu kültürü taşımaya yönelmeden devrimci olunacağını sanmak hayal bile edilemez. Sinan Cemgil’in değerli dostum Şirin’in omuzlarına kafasını yaslayarak, hangi sevda türkülerini sevgilisinin kulağına söylediğini bilmeden…

Hayır, sosyalist solun (devrimci hareketin) gerçekten büyük entelektüel birikime günümüzde her zamankinden daha fazla birikime gereksiniminin olduğu böylesi kurak bir dönemi yaşarken…

Hariçte etkileri de güçleri de olamayacak olan, ama dahilde bütün despotik yönetimlerin temelinde yatan o diktatoryal güdüleri daha açık görebilmek…

Tamam, başardınız, ürktüm.

Türkiye’de ne yazık ki entelektüel düzey yerlerde sürünürken… Gücünü sınırsız eleştiri yeteneğinden, dayanaklarını bilimden alan bir ideolojinin takipçileri olan komünistlerin entelektüel olmayı amaçlamak yerine, bu türden saçma iddialarla, bilmeyerek de olsa önyargıları kışkırtan bir yöntem içerisinde Pol Pot’ları üretmeye yönelirken … 

Ben ne diyeyim, bilmem ki…

Cübbeli sapığının müridi, Evren katilinin halefi, her türlü ahlaki yoksunluğun taşıyıcısı bir harami muktedirin, aile boyu hırsızlar ve kabile boyu Soysuzlar örgütünün devletinde elle tutulabilir somutlukta bir şeyler varsa iletin ki önderliğiniz altında emeğimizle o büyük savaşa katılalım.

Dışarı-içeri ne demek, ben anlamakta zorluk çekerim. Bir örgüt, farklı fonksiyonları olan, farklı görevleri üstlenmiş organize bir bütündür.

Dışarıdan gelen düşünce ve önerileri “hariçten gazel” ile suçlayarak dahilde amansızca sürdürülen sistem karşıtı bir mücadelenin zarar gördüğü söylenmek isteniyorsa, zahmete gerek yok, çünkü sanıldığından çok daha fazla dahildeyiz, gerçeğin içindeyiz. Eğer söylenenler, önerilenler yanlış ya da önemsiz ya da ilgisiz olarak tanımlanarak değerlendiriliyorsa, kimsenin bu sözlere kızarak haykırmasına gerek yok: Ciddiye almazsınız, olur biter. Ki, zaten bu sözler sizin gibi düşünenlere değil, yoldaşlarımıza, değerlendirmeleri için iletilen düşüncelerdir.

Bütünü de yanlış olsa, “bu düşüncelere katılmıyorum” diyerek yolunuza devam etmek mümkünken, bunca feryat etmenin alt yapısını vicdani rahatsızlık olarak düşünmek de mümkün mü acaba?

Örneğin, Tayyip iktidarı 20 yıldır varlığını nasıl sürdürebiliyor?

Dahilden hesap verin de öğrenelim yoldaşlar!

Ne büyük çelişkidir bu! Orada yirmi yıldan çok daha öncesinden başlayan bir mücadelenin içinde bugüne kadar yaşamımı sürdürdüm. Yok öyle bedava kahramanlık! Bu mümkün değil. İlk testte çökertirler insanı! Benim yoldaşlarım ellerinden geldiğince ama kesintisiz olarak o mücadeleyi sürdürmeye çalışıyorlar elbette. Onlara sunabileceğim katkıları onlara sorarak, her daim verdim ve vermeye devam ediyorum.

Ve elbette bana ülkede neler yaptığınıza; sürdürdüğünüz mücadeleye nasıl somut yardımda bulunacağıma ilişkin bir açıklama yapmadan size niçin inanmam gerektiğini de izah etmeniz gerekecektir. Çünkü çalışmalarınızı öğrenince, sizinle gurur duyarak ve sizden de cesaret alarak çocukluk hayallerimi bütün canlılığıyla sürdürür; çabanıza yetişebilmek için daha da hızlı koşmaya çalışırım.

Biliyoruz ki, hamaset yaparak devrim olmaz. Çabanızın gücünü, yoğunluğunu öğrenerek çabamı geliştirir, katkılarımı artırır, “dahildeki” mücadelenize elimden gelen bütün olanakları sunarım. Bu nedenle, lütfen birazcık da olsa, dahilden gazel okursanız, bildiklerimin dışında gerçekleşmiş olan gelişmeleri aktarırsanız, irşat olurum, gururlanırım, aynı örgütten olmasak bile yoldaşınız olarak onur duyarım…

Ne kadar iyi olur, tahmin edemezsiniz. Bu nedenle hamasete dayanan lâf değil, bilgi aktarımlarınızı bekliyorum. Çünkü biliyorum ki dışardan gazel okumanın gerilettiği bir devrim hareketi tarihte yoktur. Ama içerden gazel okumak, öyle dönemler gelir ki, “ihanet” olarak bile adlandırılabilir.  

Şimdi, mücadele tarihimizde birlikte yürüdüğümüz değerli KURTULUŞÇU yoldaşlarıma kişisel bir rapor vermek istiyorum:

Kanlı 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası, ülkedeki TV’lerden adı verilerek aranan ilk 8 Kurtuluş üyesinden biri de Metin Ayçiçek idi. Bu duyurular şahsım adına çocuklarıma aktaracağım en değerli miras oldu. Çünkü ufak tefek biri olan “Kel Metin”, koskoca devletin en önemli istihbarat kurumu tarafından yoldaşlarıyla birlikte listelerle aranıyordu. Breh breh breh… Ben de bu sözde dünya lideri devleti bu kadar korkutmuşum ya, eh, bu da bana şan olsun! Ve bu zalim devlet, küçüklüğüyle utansın…

O tarihlerde MİT tarafından örgütün Merkez Komitesinin üyelerinden biri olarak (üstelik bu o tarihte yanlış bir haberdi) adı verilen; arama afişlerinde 10 yıl önce Kontr-gerilla tarafından yapılan işkence sonrasında çekilmiş yarı sakallı resmiyle “Kel Metin”, birçok yoldaşının dünya halklarını onurlandıran bu mücadelede onlar gibi onurlandırılacağını düşünerek, arkasından haykırılacak sloganı bile yoldaşlarının kulağına fısıldamıştı: “Mücadele çok çetin / Öldü yoldaş Kel Metin! ”

Bu şahıs, örgütünün kendisiyle ilgili aldığı karara uyarak ve aynı örgütün değerli bir mensubu olan o dönemdeki eş yoldaşını ve 7 aylık çocuğunu geride bırakarak Avrupa’da 12 Eylül sistemine karşı muhalefeti sürdürecek bir yayın projesine katılmak üzere görevlendirilmişti. Dönemin bir MK üyesi tarafından yüz yüze yapılan bir görüşmeyle görev tebliğ edildi ve o da kabul etti. Kel Metin, kendisiyle birlikte ülke dışına çıkarılan yoldaşlarıyla tel örgüleri, mayınlı arazileri, sınır korumalarını atlaya atlaya önce Suriye’ye ve sonra Lübnan’a geçerek Filistin Kurtuluş Mücadelesi içerisinde yer alan Cephe-t-ül Nidal örgütü saflarına katıldı. Sonrasında oradan bildik yöntemlerle Avrupa’ya geçerek yayın çalışmaları yeni örgütlenen “Sosyalist İşçi Dergisi”ni çıkartan yoldaşlarıyla önceden belirlenmiş olan görevini sürdürmek üzere yerini aldı. Aynı zamanda Avrupa örgütlenmesinin gerçekleştirilmesinde birinci dereceden sorumlu olarak yer aldı…

– Necdet Adalı’nın idamının engellenmesi; Kaçaroğlu’na verilen idam kararının protestosu ve kaldırılması talebi etkinlikleri; 12 Eylül Darbesine karşı tavır alınması gibi temaları fabrika önlerine kadar taşıyarak propaganda sürdürüldü. Avrupa’da bildik bildiri, afiş vb çalışmalarının yanı sıra, şu yayınlar basılıp dağıtıldı:

– Diğer siyasal hareketlerden katılımlarla da desteklenen Sosyalist İdeolojik Eğitim çalışmaları tarafımdan programlı olarak hemen başlatılıp sürdürüldü.

Kurtuluş Sosyalist Dergi (KSD)’nin 38 sayısının tamamı fotokopi baskısıyla 150 “takım” olarak basılarak Kurtuluşçu yoldaşlara maliyeti üzerinden dağıtıldı.

Sosyalist İşçi Dergisi yayını sürdürüldü. Bunun için bir dizgi makinesi alındı.

İdeolojik Eğitimin Önemi ve Yöntemi Üzerine (KSD 31. Sayıdaki aynı adlı yazı, bağımsız bir kitap olarak KURTULUŞ YAYINLARI adına yayınlandı.)

Kürdistan Tarihi ve Kürt Ulusal Hareketleri. (Dergilerdeki konuya ilişkin temel yazılarımızın bir kitap halinde toparlanarak KURTULUŞ YAYINLARI adına yayınlandı.) 

– Kürt yoldaşların, Kürdistan Tarihi ve ulusal soruna ilişkin konuları kendi aralarında işleyerek gerçekleştirecekleri bir özel eğitim çalışması örgütlenip sürdürüldü. Amaç Kürt yoldaşlarımızın Avrupa örgütlenmesinde de bir seksiyon mantığı içerisinde çalışmasını sağlamak idi.)

– “Ortak Yaşam Eşit Hak” (Yeni kurulan Demokratik İşçi Birliği -DİB- adlı demokratik kitle örgütümüzün tarafımdan hazırlanan Program ve Tüzüğü. Karton-renkli kapaklı, matbaa basımı. ) ve ilgili bildiri vb. yayınlar.  

– KURTULUŞ Merkez Yayın Organı. DIN-A5 ya da DIN-A6 boyutlarında hazırlanarak Avrupa’ya ulaştırılan Merkez Yayın Organı’nın Şubat 1984 tarihli (53. Sayı ile başlatılan) sayısı yeniden dizilip basılarak yayınlandı. Bu yayın daha sonra ortasına ‘Avrupa Özel Eki” adıyla farklı renkte kâğıda basılmış bir “Avrupa Özel Eki” ile sürdürüldü.

– KURTULUŞ Gazetesi vb.

– Elden geldiğince ülkeyi mali kaynaklar yaratarak destekleme çabaları. (Çok başarısız olduğumuz bir alandı. Avrupa Özel Organı’na bağlı olarak çalıştı.)

– Diğer siyasal örgütlerle ilişkiler ve etkinliklere katılım.

– Avrupa’nın her ülkesinde var olan Kurtuluşçuları örgütleyerek Avrupa Sempatizan Örgütlenmesi adıyla merkezi bir yapı olarak birleştirmek. Ülke Komiteler aracılığıyla Avrupa Özel Organı ile ilişkilendirerek çalışmaları sürdürmek.

Yaklaşık 4 yıl sonrasında, örgütün MK’nın bütününün yakalandığı ve polis operasyonunun yarattığı dağınıklığı yeniden gidererek örgütü yeniden toparlamak üzere, yine mayınlı arazilerden geçerek Türkiye’ye girip, çökertilen örgütsel yapıyı yeniden toparlamaya çalıştı. O koşullarda ülkede gerçekleştirilen ilk kongremiz olan 1. Kongre ile TKKKÖ’nün seçimle gelmiş ilk MK’sının Sekreter’i olarak ülkede görevini sürdürdü.

Suriye’de yapılacak bir Konferansa katılmak için yine bildik sınırlardan bildik yöntemlerle Türkiye sınırını geçip Suriye’ye girdikten hemen sonra, Ayçiçek ve rehberimiz-yoldaşımız-Kürdistan örgütlenmesi sorumlularından Hasan Zeyni yoldaş birlikte Filistinlilerle buluşmaya giderken, Suriye polis örgütü Muhaberat’ın kurduğu pusuya düşüp, hiçbir ihtar yapılmadan başlatılan 11 Kalasnikov’un mermi sağanağı altında yakalanıp, 1,5 ay Suriye’de hapis yatarak, kıl payı ölümden döndüklerini yoldaşları bilirler. (Burada şükranla anmak istiyorum: Eğer Hasan yoldaşım gece karanlığına rağmen pusuyu fark ederek beni güçlü bir şekilde yere itip devirmeseydi belki de şu an yaşamıyor olacaktım. Yoldaş beni yere yıktıktan sonra kendisini yere attı. Ve 11 Kalasnikov sustuğunda onun fısıltısını duydum: “Abu Ahmed, yaşıyor musun?” Bugün yaşamımı ona borçlu olduğum için gurur duyuyorum ve onun her zaman güvenle yaslandığım dostluğunu da ona layık bir tarzda sürdürmeye ant içtim.) 

Şam’da Türkiye’den, Kürdistan’dan ve Avrupa’dan temsilen gelen üye yoldaşlarımızın da katılımıyla, hariçten gazel okumamak için yapılan “2. Konferans” sonrası ama bu kez rehbersiz olarak aynı sınırları aynı yöntemlerle aşıp ülkeye girmiş, çalışmaları sürdürmüş olan kişi mi “hariçten gazel” okuyan?

Aynı yöntemlerle ülkeden tekrar Avrupa’ya geçtikten bir süre sonra, daha önceki yol ve yöntemlerle tekrar ülkeye girerek ve ülkede örgütsel çalışmaları ve yine oradaki yoldaşların büyük katkısı ile Yeni Öncü Dergisi’nin örgütlenmesi çalışmalarını düzenlemiş olan biri mi “hariçten gazel” okuyor!

Avrupa’da Kurtuluş’un genel örgüt denetiminde gerçekleştirilen ilk örgütlenmenin başında Avrupa Sekreteri olarak uzun süre görev almış biridir Kel Metin. Avrupa Sempatizan Örgütlenmesi (TKKKÖ-ASÖ), Demokratik İşçi Birliği gibi oluşumların programlarını hazırlayıp kuruluşlarını yoldaşlarıyla birlikte gerçekleştirmiş birinden söz etmişsiniz yoldaşlar. Yanlış bilgiler üzerine kurmuşsunuz yorumlarınızı ve yanlış ithamlara ulaşmışsınız.

Bir MK kararında 6-7 sayfa aralıkla şu iki cümle yer almıştı da okuyunca hem sevindik, hem şaşırıp istihzayla güldük, hem kızdık…

Ülke Çalışmaları anlatılırken :

“Avrupa’dan gelen mali destek olmasaydı buradaki faaliyetimizi sürdürmek mümkün olamazdı.”   

Yurtdışı Çalışmaları değerlendirilirken:

“Ülke dışı örgütlenmelerimizden bugüne kadar ciddi hiçbir destek görmedik.”

Şimdi, yaşamakta olduğum Almanya’ya ilişkin de birkaç bilgi vererek nasıl bir coğrafyada çalıştığımızın altını çizelim.

Alman araştırma kurumları söylüyor ve onlar da yazıyorlar: 

“Alman ZDF kanalı, Almanya’da MİT’e çalışan sekiz bin kişinin bulunduğunu, Türkiye istihbaratının faaliyetlerinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı 900 caminin önemli bir rol oynadığı vurgulandı.” 

Bir ek de benden: Bu rakama Türk konsoloslukları çevresinde gönüllü olarak çalışanlar hariçtir.

Yeter mi bu kadar bilgi.

Neyse daha uzatmayayım. Boş konuşmuşsunuz yoldaşlar!

Bir yoldaş duyarlılığıyla empati yaparak değil, kısaca araştırıp hiç olmasa birkaç küçücük bilgiye dayalı olarak değil, bomboş konuşmuşsunuz değerli dostlar! Elbette ülkede kalmak zorunda kalan yoldaşlarımız ülke dışına çıkabilen birileriyle aynı yaşam riskleriyle karşı karşıya değildi. Ama biliyorum ki Metin Ayçiçek ve benzeri konumda olan yoldaşlar için “kaçmak” sözünü “iftira” kapsamı dışında düşünmek mümkün değildir. Bunu “delikanlılık” jargonu içerisinde kalarak söylemiyorum. Bir komünistin, sistem zaptiyelerinin eline düşmemek için evinden, cezaevinden, yaşadığı kentten, ülkeden, kaçma hakkını kimse tartışamaz, buna hakkı yoktur.

Yaşanan acıların hangisinin daha acı olduğunu tartacak bir ölçü yoktur. “Eşkıya” filminde sizce Keje’yi Maho mu daha çok seviyordu yoksa Eşkıya mı? Bu tür saçma iddialarla önüme gelenlere hiç acımadan saldırırım: Devrim için çalışmanın dışına düşmemek için, eşyoldaşınızın da onayını alarak, evinizi, çocuğunuzu terk edebilecek kadar yürekli misiniz?

Hemen söylemekte yarar var: Elbette bir siyasal yapıda herhangi bir karar her zaman özgürce eleştirilebilir, eleştirilmelidir de. Ama organların aldığı kararlara itaat eden örgüt üyelerinin bu davranışlarının şahsileştirilerek eleştirilmesi anlaşılabilir bir düşünce ve davranış biçimi olamaz.

Ben söz konusu örgütün üyesi olurken başıma silah dayayarak zorlamadılar: Önerdiler, bu yeni pozisyonda ilişkilerin karşılıklı olarak nasıl düzenleneceğini anlattılar, karşılıklı hak ve yetkiler tanımlandı, kabul ettim ve karşılıklı bu anlaşmaya bağlı kaldık.

Kanlı bir devlet şiddetinin yaşandığı o topraklarda yaşamanın zorluğunu elbette biliyorum. Ama örgütümün bana teklif ederek onurlandırdığı “örgüt üyeliği” teklifini kabul ederken, yetkili kurumların gelecekte hakkımızda alacağı kararları kabul etme güvencesini de vermiştik. Bu, örgüt üyeliğinin temel kurallarından ilkidir. Örgütüm de ben de buna uygun davrandık.

Ve bir örgütün üyesine, örgütünün yetkili organlarının seninle ilgili kararına neden uydun diye eleştirmek, olsa olsa örgüt sorumluluğu altında yaşamamış, örgüt kavramına uzak kimlikler tarafından ileri sürülebilir.

Bayram Işık yoldaşıma çok güvensem de, onun Nedimhan’a ilişkin kısacık yorumunun öfkeyle söylenmiş sözler olduğuna ve onun da devrimci mücadeledeki çabalarının kesintisiz olarak, kararlılık ve devamlılığını sürdürdüğüne kesinlikle inanmak istiyorum.

Şu ek notlarla bitirmek istiyorum:

2015’de aranma kararı kalktıktan birkaç gün sonra ülkedeydi o kaçak.  

Adana’da seçimlerde bombalanan Adana HDP binasında bir rastlantı sonucu o saatlerde seçim çalışmaları için yapılması gereken günlük toplantısı 1 saat ertelendiği için bombalanan binadan sağ çıktı.

2019’da tekrar HDP saflarında çalışmak amacıyla gittiği Mersin’de çalışırken yayınlanan 17 yazısından dolayı (dilini, öfkesini, mücadelesini kıl payı bile geriletmeden sürdürdüğü için) Ankara 40. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 67 sayfalık bir iddianamesiyle (İddianame no: 2019/11373) yeniden kaçak olmuş birinden söz ediyor dahilde yaşayıp gazel okumayan yoldaşları!

Cehalet’in sergilenmesi olarak yorumlanarak yanlış anlaşılabileceği endişesiyle sıkça kullanmaktan kaçındığım, ama herkesin bildiğini düşündüğüm bazı anılar geliyor aklıma. Benzetmek gibi olmasın ama Marks ve Engels’in, Lenin ve Troçki’nin, Rosa Lüksemburg ve Brecht’in; çok önceleri Osmanlı topraklarında Sultan’ın mutlak hükümranlığını reddeden ‘Hürriyet aydınları”, yani aydınlanmacı-reformistler olarak Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınların da, Nazım Hikmet gibi ünlü şairlerin de kaçarak mücadelelerini sürdürdüklerini biliyoruz sanırım.

Günümüzde de o ülkenin ses çıkaran aydınlarının önemli bir kısmının Avrupa ve benzeri ülkelerde sürgün yaşamını tercih ettiklerini unutup birçok insanın boyunu aşabilecek bir tanıma sahip olan “kaçak” sözünün, araştırma gerektirmeyecek kadar gerçeklikten uzak olan ve bu tür iddiaların ülke dışındakileri aşağılamak amaçlı kullanımından başka bir niyete tekabül etmeyeceği örnekleriyle ayrıntılı olarak bilmekteyiz. Ama yine de, giderek, iddia sahiplerinin zihinsel sorunları üzerine psikolojik tahlilleri gerekli kılacak bir önem kazanmaktadır. Ve politik bilinç geriliğine tekabül eden bu tür iddiaların artık gülünç olmaktan başka bir anlamı kalmamıştır.

Sürgündekilerin önerilerine yanıt vermek; onların ileri sürdükleri “afaki” önerilerin gerçekleştirilebilmesi olanaklarının olup olmadığını anlatarak onların yanlış bulduğunuz perspektiflerini değiştirmelerine yardımcı olmak gibi bir yaklaşım yerine, onları güya “korkup kaçtıkları iddiasıyla” aşağılamaya yeltenenler, Metin Ayçiçek gibi kişilerin, kişisel hırsları için silah kuşanmış bir mahalle kabadayısı olmadığını bilmeleri gerekir. Metin Ayçiçek gibileri, tek tabanca olarak bu mücadelenin içerisinde kalsalar da, devrimci mücadelenin sorumluluklarını hakkıyla ve bir “devrimci” olarak, bir “komünist” olarak taşırlar, taşımalıdırlar, taşıdılar da. Kifayetsiz muhteris sokak kabadayıları gibi dışardaki birilerine kabadayılık yapmak yerine, içerde yaşananlara ne kadar ne zaman, nerede ve nasıl müdahale edebildiğinizi anlatın ki “biz dışarıdakiler” de coşkuyla katılalım çağrılarınıza.


İ. Metin Ayçiçek – 08.09.2022

Tags: , , , , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑