Makaleler

Published on Mayıs 4th, 2021

0

Belgesel bir dram – Yüzleşme: “Ayıptır, zulümdür, cinayettir!” | İsmail Göçüm


‘Sana yapılmak istemediğin zulmü başkalarına yapma; bu dünya kimseye kalmaz…’
Başkasına yaşama hakkı ve alanı bırakmayan insan bencil ve egoisttir…

Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinin duvarında:

“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazılı kocaman bir Pano göreceksiniz. Yani senin benim adıma düzenlenmiş bir pano.

*Seçilmişler ve atanmışlar, yani devlet yöneticileri ve siyasetciler,

*Millet adına iş yaptıklarını düşünenler…

*Ve kendini devletin ve milletin üzerinde görenler,  

*Kendi ideolojik siyasi çıkarları için verdikleri her türlü yanlış kararlar

*Ve emir komuta zincirinde işlettikleri cinayetler…

*Ve kendi çıkarları için devletin ve milletin vergilerini zimmetine geçiren hırsızlar…

*İşledikleri cinayetler, her türlü yolsuzluk ve hırsızlıklarına kılıf uydurmak için devletin dokunulmazlığına sığınanlar…

Bunların tümü, milletin adını kullanarak, yani senin benim adımı kullanarak, devletin dokunulmazlık zırhına sığınıp kendilerine hukuksal zemin hazırlayıp işin içinden sıyrılıverirler.  Ve sonra hiç  bir şey olmamış gibi halkın içine girip unutulup giderler…

Devletin;

Atananları,

Seçilmişleri,

Ve hukuku, bir olup birbirlerini koruyup kollayarak yürüttükleri şu düzene bakın. Bunun adına bir de ‘süslü’ Demokrasi demezler’mi; iste o zaman kendimi aptal yerine konulmuş olarak görüyorum.

Peki, ben sistemin neresindeyim?

Bana dayatılan bu çirkef sistemin içinde olmam mümkün mü?

Yargı, Yürütme, Yasama; demokratik bir devletin olmazsa olazıdır.

Yargı, yürütme ve yasama; birbirini denetlemekten yoksun olursa, bunların tümü tek tek bir elde bulunursa; buna -burjuva anlamda da olsa- demokrasi denebilir mı?

Demokrasilerde ne bir sınıf, ne bir zümre ne de kişi egemenliğinden bahsedilemez. Böyle bir durum sözkonusu olduğunda; sınıf,  zümre ya da kişi demokratik davranamaz.

Şimdi ben milletin bir ferdi olarak; dayatmayı kabullenmeyip hesap sormaya kalkınca, bozguncu, çalpulcu, anarşist, komunist oluyorum. Bundan dolayı, cezalandırılıyorum, idam sehpalarında -ibret olsun diye- sallandırılıyorum, faili meçhul cinayetlere kurban gidiyorum, pusulara düşürülerek öldürülüyorum, her iki ihtimalde de ortadan kaldırılarak saf dışı bırakılıyorum. Yani, böylece millet olmaktan çıkarılıyorum öyle mi!?

Yüzleşme:

Peki, ben bir Türk olarak, neden’mi bu yüzleşmeyi yapıyorum!. Gerek benim yakınlaeımın askerlik anılarından, gerek’se maruz kaldıkları zulmü yaşamış insanlardan bire bir duyduklarım beni vicdanen rahatsız etti. Bu rahatsızlık beni araştırmaya sevketti. Bu araştırmalarımın sonucunda oluşan birikim, beni böyle bir yüzleşme ortmına taşıdı.

‘Dersim dört dağ içinde

Gülü var bağ içinde

Dersimi hak saklasın

Bir gülüm var içinde’

‘AYIPTIR, GÜNAHTIR, CİNAYETTİR!’…

Hikayeye bakın:

Seyit Rıza, bir dönem Osmanlı devleti tarafından Rus işgaline karşı kullanılan bir yerel birlik. Rus işgalinden sonra da Dersim eyaleti özerk komutanlığına atanmış biri…

Malzumun sesi olmak, vicdanının sesini dinlemek, zulme karşı durmak, bunu kendinde hissedemiyorsa insan, insan olmakta zor zanaattır.

Kutsal kitaplarda geçen, can verip alma işini devletletler üstlenmişler’se, vay şu insanlığın haline. Hani o panoda;

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletin!”…di!, o panoda gör bakalım görebiliyorsan mileti.

O zaman şunu sormak gerekir. Babil Krallığı, Özel mülk sahiplerinin koruyucusu tanrı Madruk’u kutsal saymasından günümüze ne değişti’ki; hukuğun önüne adalet geçsin? Çünkü hukuk her zaman egemenlerin elinde mazlum halka karşı bir sopa olarak kullanılmıştır.  

Sanayinin gelişmesiyle, 18.yüz yılda Kapitalist Modern çağın gereklilikleri olarak, Avrupada imparatorluklar parçalanarak yerlerini, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”…ile, ulusal devletlere bıraktı.19.yüz yılla birlikte Osmanlı imparatorluğu çökünce,  emperyalizmin gölgesinde… balkanlar ve ortadoğuda bir çok irili ufaklı- ulusal devlet ortaya çıktı. Geçte olsa bunlardan birisi de Türkiye Cumhuriyeti Devletidir.

Dikkat edilirse avrupadaki devletler, ırk ve milletlere tabi olarak değil, uluslara dayalı olarak kurulmuşlar, bazı devletler ise ortaklık temelinde birlik devletleri şeklinde olmuştur.  Çoğunlukta olan ulusun ismine ek takı hecesi alarak, ulus devletlerin isimleri oluşmuştur.

Örneğin;

Alman yerine, Almanya,

Fransız yarine, Fransa,

Türk yerine Türkiye,

Rus yerine 17 ulusun birliğini ifade eden dünyanın ilk sosyalist deveti. Sovyet Sosyalist Cmhuriyetler Birliği,

Yogoslavya, Çekoslavakya…gibi…

 örnekleri çoğaltmak mümkün.

Yeni oluşan, kapitalist devletler ve burjuva yasalar, milletlerin yerine emek ve sermaye çelişkisinden doğan sınıfları da ortaya çıkardı.

Türkiye devletinde de, görüldüğü gibi bir uluslaşma mahiyetinde, azınlıkarın hakları korunarak, ya da, özelde bazı haklar tanınarak bir uluslaşma sürecine girdi. Bu mahiyette Türkiye; türkü, kürdü, ermenisi, rumu, arabı, lazı, çerkezi, 26 milleti kucaklayan bir ulus devlet olarak doğdu.

Uluslaşan devletler, kapitalist üretim tarzına dayalı olarak sınıflaşmayı ortaya çıkarınca, haklı olarak insan aklı ortaya çıktı. İnsanlar, refah seviyesine göre üretenler, mülk sahipleri, sınıflar ve katmanlar ortaya çıktı.

Diyalektik tarihte her zaman kendini üstün ve ayrıcalıklı görenler çıkmıştır. Yine Tarih bunun asıl olmadığını da göstermiştir ve göstermeye de devam edecektir.

Yakın tarih; Yıl 1929 dünyadaki ekonomik krizler kapitalizmi zorlamaya başlayınca, 1930 ların başlarında, hakim sınıfın egemenleri italyada, almanya, ispanya gibi ülkelerde  milliyetci ırkcı akımlar hızla faşizme dönüşerek hegomonyacı yayılmaya başladı…

Bunun etkileri yavaş yavaş türkiyede de etkisini göstererek, ırkçı faşist düşünceler hızla yayılarak devlet ve ordu içinde rağbet görmeye başladı.

İşte tamda bu dönemde, Tükiye cumhuriyeti devletini o dönem yönetenler; başta ordu olmak üzere, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Başbakan Celal Bayar ve bazı kurumlar, hızla bu ırkcı ve faşist akımlardan etkilenerek, doğuda kürtler üzerinde asimilasyona giriştiler. Direnenler üzerinde, katliamlara varan faaliyetlet içerisine girdiler.

Bu açıdan, aşağıdaki röpörtaj’ın hikayesi bu açıdan tam bir ibretliktir…

O dönemde emniyet müdürü, daha sonra Dışişleri Bakanı olacak olan İhsan Sabri Çağlayangil, bir röpörtajında o dönemde yaptıklarını ve yapılanları şöyle ifade ediyor;

“Fırat üzerinde Şeytan Köprüsü denen bir yer vardır. Onun başında karakol vardır. O Şeytan Köprüsü’nden geçilince Dersim’e geçilmiş olur. O karakolda İsmail Hakkı isminde bir yedek subay komutasında 33 jandarma eri nöbet tutuyor. Orası Dersim’in kapısı.

İsmail Hakkı Bey’i ve 33 jandarmayı da şehit ediyor.

33 askeri şehit edenlerin iadesi için, Dersim eyaleti Seyit Rıza komutasındaki kuvvetlerle, devleti temsilen bir heyet arasında görüşmeler yapılır. Bu görüşmede, İhsan Sabri Çağlayangil de vardır. O bu görüşmeyi şöyle anlatır.

“Tecumana kürtce anlattı, tercuman bize tercüme etti: “beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimler üzerinde inceleme yaptık. Bunların 3 tanesi hariç, size teslime karar verdik” dedi.bekledik tercüman geldi. Ona izah edildi vaziyet. Sonradan 15-20 kişi geldi. Kürt bunlar. Bende fotoğrafları var. Bunlar garip adamlardı. Uzun boylu, insan güzeli, göğüslerinden kıllar sarkmış, kumral, koyu kumral kişilerdi. Heybetli adamlardı.

Abdullah Paşa psikolojik hareket etti. ‘Ekmekleri dağıtın’ dedi. Karşı taraf aç. Muhasarada. Bunlara fırından yeni çıkmış ekmekleri dağıttılar. Herkese birer ekmek verildi. Yarısını yediler yarısını koyunlarına koydular.

Abdullah Paşa uygun bir konuşma yaptı. Dedi ki, ‘Siz Demenan aşiretisiniz. Ben Kastamonuluyum. Taşköprülüyüm. Niçin Kastamonu’ya Kastamonu demişler bilir misiniz? Kastamonu bir dere içindedir. İki tarafı yardır. Bir tarafa bir aşiret yerleşmiş, bir tarafa bir aşiret yerleşmiş. Bir tarafa Kast aşireti yerleşmiş, bir tarafa Tuman aşireti yerleşmiş. Kast-Tuman demişler. Ben Tuman aşiretindenim. Tuman zamanla Demenan olmuş. Ben sizin aşiretinizin cedlerindenim. Birbirimizle akrabayız. Sizi iğfal eden, başlarınızdaki size isimlerini verdiğim adamlardır. Bunlar ortadan kalkarsa arada bir itilaf kalmaz. Birbirimizle iyi geçiniriz. Umarım ki iyi haber getirdiniz’ dedi.

İsmini hatırlamadığım (bir süre ses kesik) Kürtçe anlattı, tercüman bize tercüme etti. Adam diyor ki, ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı. Vereceğiniz isimlerden üçü hariç bunları size teslime karar verdik.’

Abdullah Paşa üç kişinin kim olduğunu sordu. İçlerinden biri bu iyi nişancı kadın. İki kişi de başka adam var.

Abdullah Paşa bu üç kişinin istisna edilmesine razı olamayacaklarını, üç kişinin de tesliminin gerektiğini beyan etti ve bu üç kişinin istisnasının sebebini sordu. Kürt, büyük bir samimiyetle dedi ki; ‘Bir kadının bir kocası olur. Siz bir hareket yapıyorsunuz burada, bu hareket gelir geçer. Buralar yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulmeder bu ağalar. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün Dersim’e hâkim olsanız, oraya devlet otoritesi girse, zaten biz ağaya kul olmayız. Ama siz yoksunuz. Bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret de onda olduğu için, bunlar da en büyük olduğu için sizin değil onların dediğini yapmaya mecburuz.’

“Sonra biz geri döndük, yeni mehil istendi.”

Tekrardan bir görüşme daha sağlanır.

Seyit Rıza hasta ve yaşlı olduğu için, anlaşma için oğlunu gönderir. anlaşmaya varılamayınca, Mehil için, oğlu ile birlikte 30  Kürt kuvveti öldürülür ve ipler kopar…

İhsa Sabri Çağlayangil:

“Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica etmişlerdi.

“Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti”

İhsan Sabri Çağlayangil, “Dersim davası bitti.”

diyor. Bu sözü niçin kullanıyor, bu gün çok açık. Hükümetin Başbakanı, Recep Tayyip Erdoğan bir adım attı ve 2010 yılında açılım süreci başlattı. Dersim katliamı için devketin dersimlilerden özür dilenmesini istedi. Ve topu şimdiki CHP’ye attı. O zamanın CHP’si kimdi? Her kesimin CHP si, tek partili Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil miydi?…

Devleti yönetenlerin bazı kesimleri, 30’lu yıllarda, Ordu içerisindeki ırkçı ve faşist faaliyetlerin 1940 ve 50 li yıllarda yargılanıp mahkum edildiğini göreceksiniz. Bu  davalardan biri turancılık, biri ise 3.Ordu komutanı Mustafa Muğlalı yargılaması.( Alpaslan Türkeşinde içinde olduğu Turancılık -Irkcılık- ve 33 Kürt köylüsünün kurşuna dizilmesi ile ilgili Mustafa Muğlalı davalarına bakınız.) Bu davalar Hitler faşizminin yenilgiye uğramasına denk gelmesi muhtemel dahilindedir…

Neden Dersim olayları ve o dönemin Yöneticileri yargılanmıyor?

Bu da çok manidardır. Çünkü, o dönemin yöneticileri yani devleti yöneten CHP’liler, daha sonra iktidar olan Demoktat Partisi ve Adalet Partisinin kurucuları oldular… İşte püf noktası ayrıcalık burada, Erdoğan ağzının kenarı ile Dersim katliamından bahsedip özür dilenmesi gerektiğini ifade ederken, acaba bir devlet yöneticisi, parlementoda çoğunlukta olan bir parti lideri olarak neden Dersimlilerden özür dilenmiyor da, topu CHP ye, yani taca atıyor? Bu manidar gelmiyor mu?

Aşağıda okuyacağınız yorumsuz hikaye, bu açıdan tam bir trajedi dir.

Anlatan yine;

Malatya Emniyet Müdürlüğü ve Dışişleri  Bakanlığı yapmış, İhsan Sabri Çağlayangil. yapılan  bu röpörtajlar, aynı zamanda bir belgesel niteliktir. Burada anlatılanlar, millet adına egemenlik kuran egemenlerin insan üzerindeki ayrılıklı zulüm belgesidir.

30’lu yıların ortalarına kadar özerk yapısını koruyan Desim ayaleti, bir aşiret reisinin Seyit Rıza komutasındaki yönetime sığınınca; TC devleti, aşiret reisinin kendilerine iadesini ister.

Anlaşma için Setit Rıza oğlunu gönderir. Oğlu 30 korumasıyla birlikte öldürülünce ipler kopar ve 2 Ay süren çatışmalar dönemi başlar. Dersim eyaleti Uçaklarla bombalanır ve katliamlarla Dersim yerle bir edilir. Sonuçta güçlü olan kazanır. İhsan Sabri Çağlayangil in söykediği gibi, böylece ‘Dersim davası biter. Yalnız yukarıda anlatılanlara bakıldığında; durumdan da dan anlaşılacağı üzere bu dava tek taraflı olarak bitmez, bitirilemez, nokta.

İşte tam da bu aşamada Atatürk’ü arıyorum:

Peki bu olanlardan Atatürkün haberi var mıydı?

Zannediyorum vardı. 1938 de Dersim bombardımanına katılan, manevi kızı Pilot Sabih’a Gökçen’e kutlama plakatı verirken çekilen resimler var.

Çatışmaların sonunda Seyit Rıza, oğlu ile birlikte teslim olur. Başta Seyit Rıza anlaşma gereği teslim olur. Fakat, bundan sonra ki gelişmelerde MIT manşetli, Seyit Rıza’yı hedef alan asılsız, entrikalar dönemi başlar. Güya,

‘İngiltere Dışişleri Bakanı’na mektup yazdı,

Suriye’deki İngiliz Elçiliği’ne gönderdi.’

Okuma yazma bilmeyen Seyit Rıza için; ‘İngilizlere Mektup yazdı’ diyeceklerdir.

Ben mektubu uzun uzun etüt ettim. Gerçekten bu mektup sahte bir yazılımdır… Eğer, okuma yazma bilmeyen biri için, Parmak izi olsaydı inandırıcı olurdu. Çünkü imzaya bakarsanız düzgün yazılı; Seyit Rıza’ya bakarsanız okuma yazması olmadığı gibi Türkcesi’de yoktur.Yukarıda; İhsan Sabri Çağlayangil’in anlattıklarına bakıldığında tercuman aracılığı ile diyolog kurtulduğunu göreceksiniz. Öyle ise bu işin içinde MİT, yani bir Bit yeniği olduğu kesin.

Mektup tam bir ulusalcılık ağızı ile Doğu Perincek uzantılarının yalanıdır.

Oysa’ki bu Mektubun diline baktığınızda profosyonel bir dille yazıldığı anlaşılmaktadır. Bazı uzmanların ifadelerine göre, zannediyorum bu mektup Nuri Dersimi tarafından yazıldığı ve katliama zemin  oluşturmak için Emniyet istihbaharatının bilgisi dahilinde bir komplo mektubu olduğunu aklı selim kafa ile hemen anlarsınız. Başkaca, 1919-1921 Koçkiri isyanında da aynı dille yazılmış mektuplara rastlarsınız.

Bir halk deyimi vardır; ‘Minareyi çalan kılıfını uydurur.’

Suçlamaların ardı arkası kesilmeyince;

Seyit Rıza şöyle diyecektir.

“Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun”

Bölgeden sorumlu, Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil o dönemi gururla ve şöyle ifade eder:

“Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim hareketi bitti. Beyaz donlu (giysili) altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş, Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmasına meydan vermeyelim.”

1937 yılında resmi tatil günü cumartesi öğleden sonra. Atatürk pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenenler ‘asılacak asılsın’ ve Atatürk’ün karşısına Beyaz Donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ Valisi Şükrü Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı arkadaşıydı.

Şükrü Sökmensüer, ‘Sivillerden, Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait’ dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı için, ‘Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil’ dedi.

Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığından da bir şifre aldığını ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi. Ve ekledi:

‘Ben de mahkemeleri etkileyemem.’

Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.

Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, ‘Sen valiye söyle bu savcı rapor alsın gitsin, ben senin istediğini yaparım’ dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğimde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor.

Hakim bana, ‘Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz’ dedi.

O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yok.

Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, ‘yukarıdaki karar tasdik olunur’ demiş, basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya ‘Abdullah Paşa’nın idamı’ diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki:

‘Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.’

Hakim, ‘başkaca bir şey yapılamaz’ diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum:

‘Sizin saat 17.00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?’

‘Ooo, çok oluyor. Gün oluyor, dokuzlara onlara kadar çalışıyoruz,’ cevabını verdi.

“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız. Pazartesi günü 24.00’ten başlıyor, dedim.

Hakim: Elektrikler kesiliyor, dedi.

Ona da çare bulduk: Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız.

Hakim bu defa; samiin (hazır bulunanlar, şahitler) yok, dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi.

Ama ekledi: Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem, dedi.

‘Beni asmaya mı geldin?’

Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu.

Gece 12.00’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. ‘Peki’ dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı.

Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamadılar. ‘İdam Çino’ diye bir vaveyla koptu.

Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı:

– Asacaksınız, dedi ve bana döndü:

– Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyorum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi.

Son sözünü sorduk.

– Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben Fındık Hafız asılırken, Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti.

Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti:

– Evladı Kerbelayime, bê gunayime, Ayıvo zulimo, Cinayeto, (Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.) dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi. Oğlu yaşında bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bir insanın bu mukadder akibetine acımak zor. Ama ihtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne;

– Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim.” der

Ben vicdanen bu belgeye eklenecek yorum bulamıyorum.

Burada Atatürkü arıyorum. Kesinlikle eminim’ki yukarıdaki olanlardan haberi yoktu

Not: Kaynak olarak İhsan Sabri Çağlayangil’in 1938 olayları ile ilgili yukarıdaki  canlı röportajını Youtube’dan da dinleyebilirsiniz.


İsmail Göçüm -04.05.2021

Tags:


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑