Makaleler

Published on Mart 16th, 2022

0

“Arslanın dişisi arslan değil mi?” | İ. Metin Ayçiçek


…Ve eşitsizliğin bütün biçimlerini tarihin çöplüğüne atacak ortak düşüncelere sahip bir ittifakın yaratılması için, Alevi toplumunun kendi özünü yeniden yaratması, en azından solun, yeni değerler üzerinden kendini yeniden yaratması kadar zorunlu ve önemlidir…

Almanya Alevi Birlikleri Konfederasyonu Yönetim Kurulu üyesi ve Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu 2. Sekreteri Gülay Kurtyiğit’ten aldığım “Heidenheim ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi’nin 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle 13 Mart’ta yapılacak etkinlik panelinde konuşmacı olarak katılmam” önerisini, “8 Mart’ta konuşma yapacak benden çok daha nitelikli çok sayıda kadının olduğunu bildiğimi” söyleyerek, katılamayacağımı bildirdim.

Ama bana, Gülay Kurtyiğit’in aynı zamanda değerli bir avukat olduğunu söylememişlerdi. Ve üç beş cümle ile beni mat etti. Özetle anlattığı şu idi: “Elbette kendi sorunlarımızı biz anlatacağız. Ama, siz de erkek olarak kadınlara yönelik bu eşitsizlikçi tavırları içselleştirme sürecini nasıl yaşatıldığını/yaşandığını anlatın bize.”

Evet dedim ve gittim. Üstelik 9 gün beni yatağa zincirleyen bir hastalıktan sonra, henüz kendimi yeterince toparlayamamıştım. Ve iyi ki de gitmişim bu etkinliğe; iyi ki de yaşamışım bu etkinliği; iyi ki de tanımışım bu güzel insanları.

Ne anlattım bilmem, ama neler öğrendim onlardan, niye öğrendim?

Tamam,  paylaşmak istediğim şey bu kadar basit işte!

*****

Niye mi öğrendim? Dünyanın öteki yarısıyla yeniden bir olmak için. Bir başka deyişle, dünyanın üç buçuk milyar ‘kadın’ıyla bütünleşerek, yani dünyanın üç buçuk milyar ‘erkeği’nin kadınlar üzerindeki iktidarını kırmaya yeltenerek, yani dünya nüfusunu 7 milyar “can”a ulaştırarak, yani o felsefenin içindeki anlamla kâmili şöyle dursun “insan” olmak için…

Yani yaşanılan çağ olarak Donkişot’un misyonunu üstlenerek, yel değirmenlerine saldırmayı göze almak için. Çünkü Marksist’im, ve dersimi Komünist Manifestodan aldım. Ne diyordu Marks ve Engels: “Kitab-ı Manifest”de? “Burjuvazi… insanla insan arasında, soğuk çıkar ve “peşin ödeme”den başka bir bağ bırakmadı…  şövalyelik ruhunu, duygusallığı, bencil hesabın buzlu sularında boğdu… Burjuvazi, kişisel değeri bir mübadele değeri haline getirdi… Burjuvazi, aile ilişkilerini örten duygusal peçeyi yırttı ve aile ilişkisini sırf bir para ilişkisi durumuna indirgedi.” (K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto. Bilim ve Sosyalizm Yayınları. 1976.s.30-31.)  

Yel değirmenlerine saldıran Donkişot da biliyordu elbette onları yenemeyeceğini. Ama “topal karınca” gibi, inatla sürdürüyordu koşarak giden bir devenin bile ulaşamayacağı hedefine doğru. “Uğruna ölmek de benim için bir görev, dünya için bir kazançtır” diye düşünüp yürüyordu topal karınca.

Kısacık ömrüne sığmıştı onca katliam: Dersim’de bir mağaradan çıkarılıp kurşuna dizilen Alevi kadınları duymuştu duyarsız bir dünyanın suskunluğuna rağmen; Maraş’ta “Beni Sen Öldür” diye kocasına yalvaran alevi bacıların allı turnaların kanadında taşıdıkları çağrı kulakları sağır gözleri kör Çankaya cellatlarına ulaşmadı mı; Sultangazi’ye şükretmek mi gerekir az alevi öldürdükleri için devlet-i ali hazretlerine; Madımak Katliamı erkek “eşitleri”ni ellerinden aldı onca kadın “eşit”in… Ve topal karınca hepsini gördü ve duydu…

O gün bugündür, topal karınca, ağzında Yunus’tan aldığı o müthiş itirafı, adaletin olduğu bir yerlere götürmek için düşmüştür yola: “Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi, söylemeyince!”

Hani, aklıma geldi, hadi söyleyeyim: Aziz Tunç’un kitabını severek aldım: Maraş/78 “Beni Sen Öldür!” O alçak katliamda bir alevi kadının kocasından isteği bu. Kitabı hâlâ okumadım. Belli ki okuyamayacağım da. Ne zaman elime alsam, tüylerim diken diken oluyor, isyanım kabarıyor, tansiyonum yükseliyor, çıldırıyorum.

Sorgulayalım: Ben, bir tarihte yaşanan bir kitabı okuyamıyorum. Bir Alevi nasıl okur bu zulmün öyküsünü?

*****

Çok güzel hazırlamıştı dernek çalışanı kadın arkadaşlar salonu ve programı. Hasta olmasına rağmen Zahide bacı, o muhteşem sesiyle müziğin açılışını da yaptı. Tarihe götürdü hepimizi, savaşan kadınla buluşturdu. Zalim aynı idi: Egemen sınıf. Saldırgan aynı idi: Egemen sınıfın aygıtları. Öldürülen aynı idi: “Şişli Meydanında Üç Kız… Sonra yanı başımızda panzer altında ezilerek öldürülen 17 yaşındaki Jale Yeşilnil ve o gün o tarihte o yerde nereden ateş edildiğini görebilmek için çevreyi tarassut ederken, güçlü kollarıyla beni iterek yere kapaklanmamı sağlayan ve belki de hayatımı kurtaran Alevi yoldaşım Emine. Ve sınıfsız sömürüsüz özgürlükçü eşitlikçi bir toplum idealini yaşayan ve yaşatan insanlığın temsilcileri.

Dernek, her ulustan, her inançtan özgürlükçü, eşitlikçi emekçi kadınları andı. Saygı duruşuyla yüreğimizi bir kez daha koyduk ortaya.

Dernekte Zahide bacıyı yüreğime yerleştirdim ve o biraz dinlenmek için masasına giderken, ben içimden, yine Ruhi Su’dan öğrendiğim “Gelir günler gelir yaram sarılır / Bir gün olur elbet hesap sorulur…” diyerek 53 yıldır süren serüvenime devam ediyordum kardeşlerimin arasında.

*****

Aslında Gülay Kurtyiğit’in konuşmasıyla haylice etkilendim daha etkinliğin başında. Hani derler ya: “Dakka bir gol bir!” öyle bir hal işte. Bildiğim alevi ünlülerin hepsi “erkek” alevi idi. Oysa panelist arkadaşım birçok ismi sayıyordu bacılardan, analardan oluşan. İtiraf edeyim ki bu isimleri ya hiç tanımıyor ya da bir anımsamaya yetecek kadar bilgi sahibiydim.

Şah Turna’yı bilirdim önceleri, alevi bir kadın ozan olarak. Ünlü alevi dostlarımla yemekli bir toplantıda Şah Turna üzerine yapılan bir esprinin açtığı korkunç tuzağı göremeden ben de diğer “erkekler” gibi şen kahkahalar atarak masamızın şenliğine katıldım: Gözleri görmeyen değerli bir halk ozanı olan Şah Turna, “kahvaltıda zeytini nasıl yermiş?” Önce tabağındaki zeytini eliyle arayıp bulur. Sonra onu çatala batırır ve çatalla ağzına koyarak yer.!” Hah hah hah haa!!!

Anlatanlar o yılların ünlü alevi ozanlarından birileri idi. Etkisi olur mu bilmem ama kendimce onları cezalandırmak için isimlerini yazmıyorum. Oysa cezaevi arkadaşım Mahzuni Şerif’te böyle bir çiğliğin tanığı olmamıştım. Hiç kimsenin aklına gelmedi ama benim niye aklıma gelmedi? “Aşık Veysel zeytini nasıl yerdi?” Neden gülmediniz? Tabi ki gülmeyin, o çirkinliğe düşmeyin.

Peki, “yaşlılıkta gözlerini kaybeden Taptuk Emre, ayağına takılan canın Yunus Emre olduğunu bilirdi ama acep zeytini nasıl yerdi? ”  

Ne başkalarını ne kendimi suçlamıyorum. O zamanlar ne düşündüm, bilemem ama izin isteyerek masadan kalkıp yola revan olduğuma göre, belli ki şimdi düşündüklerimden çok da farklı değildi. Ben Alevi ya da Sünni de değil, Ateist idim. Sünni’nin 4 kadınla evlenme “hakkını” yuhalıyor, acemi bir kurnazlıkla, kadının politik iktidarlarda gücünü artırmayı ise sadece kendimle menkul görüp devrim sonrasına aktarıyordum. Merkez Komitesinde bir tek kadın üyesi bile olmayan örgütlerin belki de en çok utanmaları gereken konu, kadınları özgürlüğü konusunda bolca söz etmeleri olabilir mi acaba? 

*****

Erhan Alver tren istasyonundan aldı beni. Ve muhteşem bir mekâna taşıdı. Heidenheim Alevi Kültür Merkezi gerçekten güzel ve kullanışlı bir bina. Üstelik elbirliği edip kendileri almışlar binayı. Erhan, Heidenheim ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi’nin başkanı. Aynı zamanda Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu Baden-Württemberg Bölgesi Genel Sekreteri. İnsana saygılı bir can. Belli ki bütün bölgede Alevi kadınlarının derli toplu çalışmalarını destekleyecek bir anlayışın insanı.

Bencillik ederek 8 Mart’ı bir çırpıda Alevi kadınlarına mal etmediler. Günün anlamını “emekçi kadınların mücadelesi” çerçevesinde tarihsel yerine oturtarak sundular. Emek mücadelesi ile kadın özgürlük mücadelesinin, aslında insanlığın o büyük özgürlük mücadelesinin birbirinden kopuk iki alanı değil, aynı özgürlük savaşının ortak hedefi olarak tanımladılar.

Alevi Kadın ozanlarının (ya da mahlasları kadın ismi olan yürekli insanların) şiirlerinden dizeler okudular. Özellikle bir dize müthiş çarpıcı idi:

“Bizi de halk eden Süphan değil mi?  /  Arslanın dişisi arslan değil mi?”

*****

Aslında Gülfer Akkaya’nın “Sır İçinde Sır Olanlar: Alevi Kadınlar” adlı kitabını okumadan ya da onun ulaştığı bilgilere ulaşmadan Alevi toplumlarının anlamlı 8 Mart’lar düzenlemesi sanırım çok da sağlıklı olamaz. Tamam… İtirazları duyar gibiyim… Ama erkek ve iktidarlar ilişkisini bu toplumun tarihinden böylesine süzerek sergileyebilmek marifet işidir ve “marifet iltifata tabidir.” Kutlamak gerekir.

Akkaya, kitabı üzerine yaptığı söyleşi de şöyle diyor konuya, düşünce ve eylem arasındaki tutarsızlıkları eleştirerek giriyor:

“Alevilik kadıncıl bir inanç, deyişlerden öğrendiğimize göre Alevilikte Hakk’ın kendisi de kadın. Cemlerin Ana Fatma adıyla kurulup çerağların kadınlarca yakılmasından da biliyoruz bunu. Fakat ziyaretlerin adlarının değiştirilmesi gibi Alevi ocaklarının Dede ile eşit statüye sahip şekilde var olan Ana’ların varlığı da yok sayılıyor Alevi toplumunca” diyerek günümüzü eleştiriyor.

“Alevi kurumlarında asılı görsellere her baktığımda, gittiğim panellerin çoğunda “Buralarda neden sırf erkeklerin görselleri var, kadınlar neden yok? Hace Bektaş-ı Veli var da neden Kadıncık Ana yok? İkisi yoldaş, nasıl onları birbirinden ayırabiliyorsunuz?“ diye sorguluyor Akkaya bu tarihsel ayrımcılığı. Ve ekliyor: “Kadıncık Ana’nın Alevi toplumu tarafından bilinmemesi, bilenlerin de genellikle adından fazlasını bilmemesi beni çok şaşırtmıştı.”

Örneğin, Kadıncık Ana, erkek dilinin cesaret edip de anlatacağı biri olamaz. Çünkü o:  “Güçlü, örgütlü bir kadın yapısının olduğu dönemde Hace Bektaş ile eşit var olmuş, bu eşitlik anlayışını Babailer’den de alarak Yol’una taşımış, Yol’u eşitlikçi kurup eşitçe sürdüren, bu Yol’u Hace Bektaş öldükten sonra yalnız yürüten, silsilenin oluşmasını sağlayan ve Abdal Musa’ya el veren bir büyük Ana’dır, Veli’dir. Bugünkü Alevi Ana’ların örnek alması gereken kadındır.” (Sayın gazete müellifleri: Yukarıya yazdığım “hâce” sözcüğünü “hacı” diye düzeltmeyin lütfen; yani benim yaptığım hatayı siz yapmayın. Akkaya’dan öğrendim ki, benim yazdığım hâl, Sünni iktidarın ifadesidir: ‘Hacı Bektaş Veli… Doğrusu: Hace Bektaş Veli” Bana nedenini sormayın, bilginin sahibine danışın. Çok şey öğreneceksiniz, eminim.)

Peki, Kadıncık Ana ve Hace Bektaş’ın önemi ne? Sıradan bir “yol kurmak” olayı değil. “Kadın erkek eşitlikçi bir yol” kurmak çabasıdır. Örneğin Hace Bektaş Kadıncık için “Kadıncık benim eşim değil, eşitim” diyor. “Her ikisi birbirlerini karşılıklı pişirmiş, sürekli olarak oluşturmuş iki damla, devasa umman ve iki Veli.”

Ve Gülfer Akkaya şöyle bitiriyor söyleşisini günümüze de bağlayarak: “Kadıncık Ana demek kadıncıl eşitlikçi Alevilik demek(tir). Alevi kadınlar bu eşitlikçi pratikleri bilmeden bugün Alevilikteki eşitsizliklerle yeterince güçlü mücadele edemezler.”

*****

Sorgulayın! Sorgulayın! Sorgulayın!

Neden “Kadınlar” “Sır İçinde Sır Olanlar”dır?

Mevlana’yı okumadan, nasıl olurda onu “hoşgörünün” sembolü olarak tanımlayabilirsiniz? Mesnevi’yi okumadan, onun kadın düşmanı bir fanatik olduğunu, bu eserinde kadınlarla ilişkilendirilen pornografik öykülerin ustası bir ermiş olduğunu nasıl bilebiliriz? Yanıtlar için Gülfer Akkaya’nın kitabı öğretici ve eğitici.

Kadıncık Ana’nın yaşadığı dönemde cinsiyet eşitliği ilkesi, dönemin erkek egemen devlet, erkek egemen din ve erkek egemen toplumu için elbette büyük bir tehlikedir. Dönemin büyük filozoflarından biri olan Ahi Fatma Bacı ya da Kadıncık Ana gibi Alevi önderler, egemenliği elinde tutan ve eşitlik düşüncesine her formuyla karşı olan egemenlerin kıyım listesinde yer aldılar.

Hayır, “dönemin özelliği buydu” deyip geçilecek bir konu değildir bu. O dönemde de uydurma masallarla, Kutsal kitaplarda yaratılan ilk kadın insan olarak tanıtılan Lilith’i, sürmekte olan kadın-erkek eşitliğini değiştirip erkek egemenliğini ilan eden Adem’in tek taraflı olarak düzen değişikliği istemini reddetti diye “cadı” olarak ilan edip Musevilerin Kabala’sına gömerek yok etmeye çalışan anlayış, Havva’yı “yılanın sözüne inanan günah eğilimli bir zavallı” olarak tanıtıp, Kur’an dahil hiçbir kutsal kitapta “peygamber olduğu” söylenmeyen “ilk erkek insan” Adem’i İslam anlayışında Allah’ın vasıflarından biri olarak tanımlanan “Hazret” vasfıyla donatıp, peygamberlikle ödüllendiren erkek ideolojisinin iddialarının tersine, söz konusu dönemlerde de İslam inancı içinde de kadın ile erkek arasında eşitliği savunan düşünürler ya da toplumsal gruplar vardı. 12. Yüzyılda yaşayan Fatma Bacı da aynen böyle düşünen Evhadiyye hareketinin kurucusu Kirmani’nin kızıdır. Ahi Evran, 1205 yılında Kermani’nin kızı Fatma Bacı ile evlendi. Ahiliğe kadınlar giremediği için Fatma Bacı da “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Kadınları) teşkilatını kurmuş ve Kadın Ana olarak tanınmıştı. Ahi Evren ve Fatma Bacı da aynı eşitlikçi çizgiyi sürdürüyordu.

Gülfer Akkaya’nın dikkat çektiği bir konu da, her insanın kimliğini tanıtımında önemli olan vasıfları adlandırmakta da egemenlerin özel çabaları, onların vasıflarının içini boşaltarak, sunma biçimindeki yöntemleridir. Bunun için uzman olmaya gerek yok, sadece ilgili olmak ve en önemlisi sorgulamak yeterlidir.

Örneğin Hacı Bektaş Veli’ye yönelik bugünkü devlet etkinlikleri vb. Mutlu musunuz?

Elbette Mevlana gibileri baş tacı yapan ve gırtlaklarına kadar kirlenmiş Selçuklu ya da Osmanlı ve devamında Cumhuriyet Türkiye’si egemenleri de, “medrese öğretmeni (müderris), hoca, efendi, değerli olan” anlamlarını taşıyan, “ilim sahibi kimselere verilen Farsça bir unvan” olan “Hace” sözcüğünü “Hacı” olarak değiştirip kendi inancı içerisinden sunmaya çalışmıştır. Mütevazı bir halk insanı olan Bektaş’ı “Hünkar” diye adlandırıp yönetici sınıfına dahil etme çabası da bu sahteciliğin devamı değil midir? Sorgulamak diyoruz ya hani her zaman… Sorgulamak, sorgulamak, sorgulamak… Hace Bektaş Veli nerenin sultanı ki isminin başına “Hünkâr” sıfatı yapıştırıldı? Bu unvanın Sultan’dan başkası tarafından da kullanılmasına izin veren Osmanlı sultanlarının ruhları zulmün kanıyla beslenmiyor muydu? Hiçbir zaman “kul”dan rıza istemeyecek olan bir “Hünkâr”, sadece emreder, isterse bağışlar isterse can alır. O halde, birbirini “can” diyerek tanımlayan bir düşünce insanının, bir kulun kararıyla canı teslim etmesi düşünebilir mi?

Oysa Hace Bektaş şu düşünceyi dillendiren kişidir:

Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde / Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok / Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde.

(Bilmekte yarar var. Muhabbet ve sohbet sözcükleri aynı anlama gelmez. Arapça kökenli “muhabbet” sözcüğü Habbe (Sevmek) sözünden türetilmiştir. “Sevgi üzerine, aşk üzerine ve aşkla konuşmak” anlamına gelir. Sohbet’ten çok farklı bir içeriğe sahiptir.)

*****

Gülay Kurtyiğit’in Alevi Dernekleri’nin bütününe yönelik eleştiri de içeren talebi müthişti: “Neden bizim mekânlarımızda sadece erkek ozanların şiirleri deyişleri okunur da Alevi kadın ozanların şiirleri okunmaz, hatta sözü bile edilmez? Duvarlarımızı neden Alevi kadınların resimleri onurlandırmaz?”

Kimse kusuruma bakmasın, işinize gelmeyen cümlelerimin varlığını cehaletime verin, kabulümdür. Bugünkü Alevi topluluklarının en azından bir kısmının, Alevilerden öğrenerek eleştirdiğim bu tür uygulamaları bugün de (üstelik artık daha da içselleştirilmiş, daha da geleneğe dönüştürülmüş olarak) sürdürdüğünü söylemek haddimi aşmak olarak tanımlanabilir mi? Benim, Alevi kadınlardan öğrendiğim o eşitlikçi Alevilik anlayışının bugün derneklerde, Cem Evleri’nde ve sanırım evlerde özüne uygun yaşandığını söylemek mümkün müdür?

Hani Fatma Bacı’dan söz edilir ya… Ben bu etkinlikte tanıdım öyle bir kadını. Kemoterapi görmekte olan Fatma adında güçlü bir yürek. Çok büyük bir ilgi ile dinledi, yetmedi geldi sorular sordu, yetmedi kendi düşüncelerini aktardı, yetmedi, sanırım hastalığını duyunca suratımın düştüğünü görüp dimdik durup büyük bir cesaretle meydan okudu tüm hastalıklara. Ve dünyalar güzeli kızını tanıdım orada. Böylesi güzel bir genç, gözlerinin içiyle yıldız saçarak gülümseyen böylesi bir can, nasıl da ışık saçtı yüreğime. Sanki bu iki insan bir ana bir kız değil, bir tende buluşmuş bir can olmuştu.

Anadolu-Mezopotamya topraklarının büyüttüğü Fatma bacılar böyle güçlü imiş demek ki. Ve kadının kurtuluşu, iktidarların karar organlarındaki yeri ve rolüyle eş değer olduğuna göre, parlamentodan bir dernek yönetimine kadar, her karar organında emekçi kadınların sayısının en az erkekler kadar olması, hiçbir kanıt çabasına gereksinim duymadan doğruluyor sınıfsız sömürüsüz bir dünyaya ulaşmanın temel hedeflerini.

*****

Peki, ben ne anlattım, derdim neydi Alevi toplumu için? Derdim, savunulan felsefeyle uygulanan güncel yaşam arasındaki uçurumun gençlerin zihinlerinde açtığı büyük bunalım ve bu toplum içinde giderek artan gençlik intiharlarına dikkat çekmekti.

Bu konuda Alevi gençlik içinde tehlike sanırım daha büyük.

Açıktır ki, bir erkek dört kadınla birlikte evlenebilir diyebilen bir yaklaşım içinde büyüyen çocuk, benzerini aile ortamında da gördüğünde düşünce ile uygulama arasındaki uyum nedeniyle bir sıkıntı yaşamayacaktır. Ama erkek ve kadını her alanda eşitleyen bir toplumda, ergenlik sonrası hiç de söylendiği gibi yaşanmadığı “gerçeğiyle” karşılaşan bir gencin, bütün değer sistemleri yıkılır.

Yaşamının anlamının, hiç de cem evlerinde tanıtıldığı gibi olmadığını kendi toplumunun ve ailenin yaşamının içinde öğrenen her gencin, yaşamının temel değerlerini oluşturan ve yaşam motivasyonu için büyük öneme sahip olan “değerlilik” ve “önemlilik” duyguları zedelenir, hatta bu duyguları toptan kaybedebilir. Değerlilik ve önemlilik duygularını kaybeden bir gencin, yaşamın yorumunda, kendi varlığının da misyonu olarak görebileceği bir  “anlamlılık” ile açıklayabilmesi, yani yaşamına anlam vermesi genellikle çok zordur.

Aile ya da kurumların eğitim çabalarında bu çok önemlidir. Felsefede anlatılan kadın-erkek eşitliğinin gerçekte yaşanmadığını gören bir genç, oportünist, çıkarcı davranabilir.

Sorgulayalım: Sözlü ya da nişanlılar arasında büyük mutluluklarla başlanan “mutlu yuva” hayalleri evlilikten kısa bir süre sonra aynı romantik duyguları yaşatabiliyor mu? Yoksa “aileyi oluşturan bireyler arasında günlük yaşama ilişkin tartışmalar haylice arttı mı? Eşler “biz” sözcüğünü daha az, “sen” ya da “ben” sözcüğünü daha çok mu kullanmaya başladılar? “Kadının işi ve erkeğin işi” tanımları gündemde yer tutmaya mı başladı? Hangi yoğunlukta olursa olsun, demek ki, iki cinsten “eşitler” arasında eşitsizliğin fiili sonuçları artık başlamıştır.

Bu yüzleşme Cem evleri yaşamını içinden tanıyan, Alevi kültürü içinden gelen bir gencin kurduğu dünya-yaşam modelini tartışma gündemine taşır, dünyasını alt üst eder. Elbette fanatik İslam içinde eğitilmiş bir gencin, kendisine bahşedilen eşitsizlik olayını evinde de yaşatması, inancının gereğinden başka bir şey olarak tanımlanamaz.

Eh, bu durumda, Alevi derneklerinin Kadın bacılarının daha fazla sayıda olması, kadın ozanlarının daha fazla dinlenmesi, eşitlik bilincinin daha fazla işlenmesi, genç kadınların daha fazla karar organlarında yer almasının sağlanması, bu toplumun, diğer bütün inanç gruplarından farklılığının altını göstere göstere çizmesi anlamında, çok önemlidir.

Elbette bir ateistin böylesi bir konuya kafa yormasının bir nedeni gençlik intiharlarının engellenebilmesi için gösterilen bir çaba iken, diğer bir nedeni ise benim gibi ateist ve komünist olan bir insanın gelecek hayallerini gerçekleştirebilmek için bu toplumların varlığını da kendi kimlikleriyle yanında hissetmesini sağlayacaktır.

Ve eşitsizliğin bütün biçimlerini tarihin çöplüğüne atacak ortak düşüncelere sahip bir ittifakın yaratılması için, Alevi toplumunun kendi özünü yeniden yaratması, en azından solun, yeni değerler üzerinden kendini yeniden yaratması kadar zorunlu ve önemlidir.

O güzel sözle bitireyim bu sıkıcı yazıyı:

Aşk ile Canlar.

AÇIKLAMA NOTLARI:

1 – Ahiler’le ilgili Türk kaynaklarında fazlasıyla saptırılmış bilgiler vardır. 13. yüzyıl başlarında Muhyiddin Arabi ve hocası Evhadüddin Kirmani ile Anadolu’ya gelen Ahi Evran’ın, Kirmani’nin kızı Fatma Bacı ile evlenmesi sonrasında, Fatma Bacı’nın da düşünsel ve eylemsel olarak aktif katılımıyla örgütlenmiş eşitlikçi, üretici, eğitici ve güçlü bir toplumsal yapıdır Ahilik sistemi. Fatma Bacı da “Bâcıyan-ı Rum” adıyla Ahi kadın teşkilatları kurarak, kadınları düşünsel ve mesleki alanlarda örgütlemiş ve eğitmiştir. “Kardeş” ya da “kardeşim” anlamlarına gelen “Ahi” sözcüğü, üreticiye saygı gösteren, kadın-erkek ayrımı tanımayan, eşitlikçi bir anlayışın neredeyse temel sloganıdır. Sözcüğün, günümüz dünyasında Ahvan-ı Müslim (Müslüman Kardeşler) gibi eli kanlı fanatik bir İslam örgütünün adı olması ise, tarihin ironisi ya da ders çıkarmamız için önemli bir işareti sayılmalıdır.

2 – Alevilikte kadın’a ilişkin olarak bu iki yazı mutlaka okunmalıdır.

Devrimci Aleviler Birliği’nden aktarılan Kulseyyid’in Alevilikte Kadın yazısı:

Gülfer Akkaya’nın kitap tanıtım söyleşisi:

https://www.sivilsayfalar.org/2020/03/16/esitlik-mucadelesi-alevi-kadinlarla-sinirli-kalmayacak-tum-kadinlari-etkileyecektir/


İ. Metin Ayçiçek – 16.03.2022

Tags: , ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑