Makaleler

Published on Ocak 22nd, 2021

0

38 yıldır sönmeyen meşale: Arsuz’un asi çocuğu Ali Aktaş – İsmail Göçüm

Önümüzde iki yol vardı,
Biri cennet ve cehennem,
Bize cehennemi gösterdiler…

Devrimciler, bulundukları yerleri cennete dönüştürmek için mücadele verirler. Yol ayrımına geldiklerinde, gösterilen yol cehennem bile olsa onlar yine bir çıkış yolu bulurlar. Onlar her koşulda cehennemi cennete çevirecek bilgi, birikim ve beceri gücüne sahip; donanımlı yetenekli kişiliklerdir. Nerede olursa olsun tarih, devrimcileri böyle izah eder, böyle yazar.

Onlar, niye mücadele verdiklerinin gayet bilincinde; ölüm pahasına da olsa, asla düşüncelerinden bir milim geri adım atmazlar.

Bu hikayemde; devrim ve sosyalizm için yola çıkmış ve bu uğurda canını ortaya koymuş, Arsuz’un asi çocuğu, kader yoldaşım, devrimci Ali Aktaş’ın yaşamını anlatmaya çalışacağım.

Düşler ülkesinde yeryüzünü cennete çevirmek için yola çıkan aynı mahallenin farklı karakterleri, farklı hikayelerin ortak paydaları, rant peşinde koşan bezirganlar tarafından yolları kesilip ormanları ateşe verince, ortalık toz duman, cennete ulaşmadan, bir anda aileleri ile birlikte yaşamları cehenneme dönüşüverir…

23 Ocak 1956 yılında İskenderun Arsuz’a bağlı Höyük köyünde doğan Ali Aktaş, kendi doğum gününde, ibret olsun diye mahkemeye çıkmaya Üç gün kala, alelacele toplanan Adana 1. Nolu Askeri Sıkıyönetim mahkemesi 1’e karşılık 2 oy ile aldığı kararla -elde herhangi bir kanıt ve delil olmaksızın- 23 Ocak 1983 yılında asılarak idam edildi.

Paşalar, giderayak neden böyle bir karara imza atmışlardı? Çünkü; Ali Aktaş, mahkemeye çıkarıldığında delil yetersizliğinden berat edecekti. Kendi kurdukları mahkemelere bile güvenmeyen paşalar, kendilerini tanrı katında gördüler ve onu infaz ederek cezalandırma yolunu seçtiler.
Böylece Ali Aktaş, absürt gerekçelerle, 12 Eylül fasist askeri darbesi dönemin idam edilen devrimciler tarihine geçti.

O korkusuz yürek, elleri arkadan bağlı idam sehpasına çıkarılıp, yağlı ilmek boğazına geçirildiğinde;

“Yerin dibine batsın pis düzeniniz, kırılsın pis elleriniz” diye haykırarak, ayağının altındaki sandalyeyi tekmelemiştir. O ölümünü celladının pis eline bırakmayacak kadar cesaretli, tertemiz ve yürekli bir devrimcidir.

Ne idam sehpaları,
Ne işkenceler dirençliyiz, direneceğiz…
Biz güneşin asi, baş eğmez, onurlu çocukları,
Tarihlere not düşen yılmaz devrimcileriz….

Bu ülke nice acılar gördü. Deniz, Hüseyin, Yusuf ile başlayan…

Onlar, Türkiye’de devrimci geleneğin temsilcileri, bu yolda gözleri kapalı ölüme koşmuş olsalar da, beyinlerinin saçtığı ışık ile hala yaşayanlardır.

Ali Aktaş, 1974 – 75 yılları arasında İskenderun, Lise-Der başkanı, kirli düzen için iflah olmaz bir devrimci. Duruşu ve karakteriyle örnek bir insan. Bilinçli ve ikna yeteneği güçlü bir kişilik…

(12 Eylül öncesi günlerde, ülkenin hemen her yeri kaynayan kazan. Ortaya kim atlasa ateşte kavrulup gidiyor.

Ülke dışa bağımlı boğazına kadar ekonomik kriz batağına batmış… bağımlı olduğu emperyalist ülkeler öksürse bizim ülkede sanki deprem oluyor, böylesi kaygan bir toprak…

Ülke bekası denildiğinde bu gün bunu daha iyi anlıyoruz. Kendi yolsuzluk ve kirli çamaşırlarının kokusu ülkenin dört bir yanına yayıldığında, nedense bunların bir vatanperverlik duyguları kabarıyor. O günün akşamı; işleri taşeronlarına havale ediyorlar. Memleket elden gidiyor yaygarası ile ellerine “Adalet” teslim edilen bir başbuğun parolası “barış” oluyor. Nasıl bir barış ise, ertesi gün onlarca devrimcinin kurşunlanmış bedeni isyana dönüşüyor. Ülke, hasbelkader -kardeşi kardeşe düşürüp kırdıran- yarasaların kol gezdiği gece karanlığına dönüşüyor..

Hemen her gün terör, hemen her gün 10’larca devrimci bedenin cenaze töreni… Cenaze törenlerine saldıracak kadar aşağılık faşist terör. Bir döneme damga vurmuş Başbakan Süleyman Demirel’in;

“Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz .” diyen söyleri kulaklarda yankılanıyor.

70 li yılların ortalarında başlayan; 1. MC, 2. MC, 3.MC ((Milliyetçi Cephe Hükümetleri) dönemi; oluk oluk kan akan dönem olarak tarihe geçti. Komünizmle Mücadele adı altında; Asker, polis, Mit, Jitem, ÖHD(Özel Harb Dairesi), JÖH, Kontr-gerilla, CIA ajanları, M.T.T.B (Milli Türk Talebe Birliği), K.M.D. (Komünizmle Mücadele Dernekleri, TİK(Türk İntikam Tugayı)MHP ve Ülkü Ocakları… Türk Silahlı kuvvetleri içinde örgütlü cuntacılar, On binlerce Subay ve öğrenciyi silahlarıyla örgütlere sızdırarak provokatör eylemlere zemin hazırladılar.
Onlar için komünizme mücadele -tarım alanında zararlı otlarla mücadele gibi- acımasızca sürdürülen ve ardı arkası kesilmeyen bir savaş.

Darbenin son hazırlıkları, 1 Mayıs 1977 de 37 can alarak başlar.

Malatya olayları ve hemen ardından
1978 de Kahramanmaraş alevi katliamında yüzlerce kadın, erkek, çocuk katledilerek öldürülür. Katliamın boyutu öyle vahimdir ki; hamile kadınların karınları deşilir, çocuklar canlı canlı kaynar kazanlarda kaynatılır…

Arkasından Çorumda, yine alevilere karşı girişilen katliam.

Sonrasında, Ordu Fatsa’yı tanklar sarar. Canavarlaşan bir devlet, yedi başlı ejderha gibi 12 Eylül Faşist Darbesi’ne böyle gelinir.

Amaç, yamalı bohça burjuva demokrasisini ortadan kaldırarak
*Hiç bir hak talep etmeyen kitleler,
*Kişiliksizleştirilmiş yeni insan tipi,
*Gücünü zorbalıktan alan ve kendi halkına karşı zabıta görevi üstlenen güçlü bir kapitalist -faşist- devlet.)

Ali Aktaş, İskenderun Lisesi’nde Lise-Der başkanı. Korkusuzca ileriye atılan gençliğin idolü. Önderlik yetenekleri öne çıkmış bir kişilik ve göze çokça batan genç bir militan…

12 Eylülün yaklaştığı günlerde arkadaşlarıyla Pusuya düşürülür. Çapraz taramada vücuduna 18 kurşun isabet eder. Bir arkadaşı tarafından motosiklet ile acilen hastaneye yetiştirir. Ameliyatlar birbirini izler ve ölümden döner.

Yaraları daha iyileşmeden, mağdurken mahkum olur. O zaten çürümüş düzeninin kokusuna bayrak açtığı için çoktan suçludur. Böylece Ali, yaraları bile kapanmadan tutuklanarak 12 Eylül darbesinin sıkı yönetim uygulamaları ile cezaevine gönderilir. Aylarca ailesi ile görüştürülmez. Hukuk mücadelesi verecek avukat bile tayin edilmez. Ali Aktaş, 1. Nolu Adana Sıkıyönetim komutanlığının ve bazı karanlık odakların (Kirli Derin Devlet) aldığı kararlar ile mahkemeye çıkarılmaz.

Anadolu çocuğuna suç yüklemek kolaydır. Nasıl olsa bu çocukların arkası zayıf, zincirin zayıf halkalarıdır. Sonucu belli bir yargılamanın kurbanları… Kesilmeyi bekleyen kurbanlık Koç’lar gibi, sıranın kendilerine gelmesi için faşizmin zindanlarında bekletiliyorlardı…

Anne Ganime Aktaş perişan o günleri şöyle anlatıyor:

“Yiğidim mahkemesine Üç gün kala sehpaya çıkarıldı. Üç gün daha dünyaya sığdıramadılar, onun için yanarım. Yıllarım yana yana geçiyor.” diyerek 12 eylül faşist darbecileri hakkında suç duyurusunda bulunur.

Anne Ganime ve baba Abbas Aktaş, oğullarının idam edildiğinden habersiz Adana Cezaevine varırlar.
Sonrasını anne Aktaş anlatıyor;

“Ali Aktaş’ın yanına ziyarete geldik,” dedik.

“Burada yok dediler. Siz infaz hakimliğinden izin alın sonra gelin” dediler.

“Dışarı çıktık, o sırada elimize bir gazete geçti. idam edildiğini gazeteden öğrendik. Dilekçe yazdık, infaz hakimliğinin yanına geçtik. İnfaz edilmiş, siz bir şey yapamazsınız” dediler.

“3 gün daha vardı mahkemeye. ‘Niye 3 gün varken idam ettiniz? dedim.”

“Devlet yanılmaz diyorsunuz ama; devlet yanıldı. Oğlumun suçu yoktu dedik”

“Öyleyse Ağır Ceza Hakimliğine gidersiniz” dediler.

“Oraya gittik, dilekçe yazdık. Bize;
‘Cenazeyi gidin alın’ dediler. İlk gün işlemleri yetiştiremedik, alamadık, bir gün Adana’da kaldık. Ertesi gün aynı işlemleri yaptık. Mezardan aldık. Getirirken arkamızda önümüzde arabalar vardı, takip ediyorlardı.”

Anne Aktaş;
Ali, esnek, yumuşak, güler yüzlü, kararlı” diye anlatıyor.

“Sözünün eri korkmaz bir çocuktu. Yaptığını yaptım der, yapmadığını yapmadım der. Ama yapmadığı suçları üstüne attılar. İbret olsun diye idam ettiler” diyor.

Anne Aktaş;
“Ali bana; ‘ağlamayacaksın güçlü olacaksın. Ben bir Ali iken, binlerce Ali’n olacak’ demişti. Şimdi Gerçekten binlerce Ali’m oldu. onlarla gurur duyuyorum. Alim gitti ama çok Alilerim oldu.” diyor.

Ağabey Yusuf Aktaş;
“Bir tarafımız yangın, bir tarafımız da ezilmişlikle dolu” diye başlıyor.

“Biz bunları haykırmayalım da kimler haykırsın. 12 Eylül generalleri gelip de ‘Biz senin oğlunu katlettik, özür diliyoruz mu’ diyeceklerdi. Onları bizim sorgulamamız gerekiyor …Bu aile tuzla buz edilmiştir. 12 Eylül generallerinin yargılanmasını ve ceza almasını talep ediyoruz” diyor.

Ağabey,
“Bir o kadar cesur” diye ekliyor. Öyle birini bu devlet katletti. Oysa Ali kimseyi öldürmemişti. Devrimci ve Arap Alevisi olduğundan kaynaklı öldürdüler. Bu Akdeniz bölgesine, Arap halkına, Alevilere ibret olsun diye yapıldı” diye belirtiyor.

Kardeşi Nursel Aktaş,
“12 Eylül dönemini sorgulayarak, ağabeyinin yargılandığı dava sonuçlanmadan idam edilmesine kahroluyor. Ali’nin kendisine yazdığı mektubu kokluyor.

Kardeşine yazdığı mektupta Ali Aktaş şöyle diyor;

“Kimi yalancıktan kimi gerçekten dinler mavişim… ama kimi aldattım sanar, kendini aldatır.

Ama ya sen aldatma mavişim daima gerçeğin mihenk taşını görerek ve bilerek adımını at mavişim. Ama aldatmadan…

Belki gün gün susacaksın, gün gün arayış içinde olacaksın ama; belki bulacak belki bulamayacaksın. Düşün ki; insanlara yardım edesin var ama; edemiyorsun ve işte o zaman için için eriyeceksin. İçin eriyecek sabredeceksin. Kim bilir belki o anda da sana yardım eli uzatmak isteyenler vardır. Bilemeyeceksin, belki bileceksin sezeceksin. Fakat bir şey diyemeyeceksin.

Düşün ki mavişim kanayan bir yaran olacak ama herkesten saklayacaksın. Kendine merhem bulmaya çalışacaksın ve düşünki bulamayacaksın, bulup da saklayacaksın ve işin mukadderatı acısına katlana katlana kapanmasını bekleyeceksin…

Evet mavişim…acılar içinde düşe kalka yürümeyi, yaşamayı, yaraları en kötü olanaklar içinde olsa dahi sarmayı ve acının içinde gülmeyi öğreneceksin…

Acının içinde gülmek hemde içten gelerek gülmek bir başkadır mavişim. Ve tabiki mavişim biraz neşenin içinde ağlamakta bir başkadır. Ama fark ettirmeden için için belki tebessümle ağlamak daha bir başkadır.

Mavişim… ve deniz mavisi gözlerinden öperim, öperim, birdaha öperim. Mavişim Nurayım hadi birde nuroşum olsun… seni sen gibiler olarak seven ben Ali…”

Ali Aktaş’ın idam edilmesinden sonra, ailenin çilesi bitmek bilmez.

Ali’nin idam edilmesinden bir ay sonra bütün eşyaları İskenderun Kaymakamlığı’na gönderildiği bildirilir. Acılı baba, kaymakamlığa gidip Ali’nin eşyalarını almaya gittiğinde;

“Git sen bir dilekçe yaz, ondan sonra al’ derler. Dilekçesini yazar ama eşyalarını yine alamaz. Baba uzunca zaman böyle gel git iyice perişan olur. Baba, son olarak oradaki görevlilerle tartışır, sonra onu kaymakamlıktan kovarlar.

Bu olaydan sonra, bir gün yağmurlu bir havada, karakoldan çağırıldığı söylenilerek, askerler babayı tarladan alıp götürürler. Baba bunun kirli bir komplo olduğunu bilemez…

Babalarından haber alamayan aileye aileye, ikinci acılı haber bir hafta sonra ulaşır. Baba Abbas Aktaş’ın cansız bedeni, yarı çıplak halde deniz kenarında bulunur.

Ağabey Aktaş, şöyle devam ediyor:
“Babamı katledip, yarı çıplak halde deniz kenarına bıraktılar. Olaya, ‘kadın süsü’ vermeye çalıştılar. Herkes şunu iyi bilsin ki; babam, Abbas Aktaş, hayatı boyunca yoksul insanlara sahip çıkmış, ev, aş, toprak vermiş. Oğlunun acısını içine sindiremeyen bir babanın, hele böyle bir insanın, böyle bir namussuzluk yapacağını, burada kimse aklının ucundan bile geçirmez. Herkes de onu iyi bilirdi.” diyor.

Ağabey, babasının katilinin faillerini bildiklerini ifade ediyor ve;
“Devletin birimleri JİTEM’ciler” diyor.

Ağbey Aktaş;
“Bakın Jandarma başçavuşu bile, şunu diyor.”
‘Biz katillerin kim olduğunu biliyoruz Ama; siz buna erişemezsiniz, oturun oturduğunuz yerde. sorgulamayın’ dediğini anlatıyor.

Aile daha sonra, jandarma başçavuşu ile dönemin İskenderun Jandarma Karakolu’nda görev yapan Yüzbaşı Mehmet Avcı’nın sorgulanmasını talep eder. Ancak hiçbir işlem yapılmaz.

Sonrasında başlarına gelenleri kardeşlerden Nursel Aktaş, Karakol ve jandarma komutanlığını işaret ederek şöyle anlatıyor;

“Onlar, babamın katillerinin kim olduklarını biliyorlardı. Biz daha sonra Ankara’ya, Genelkurmay’a gittik. Yazı yazdılar, annemle bizi Antakya’ya ilgili mercilere geri yolladılar.

Antakya’da bizi sorguya aldılar, bize neden Ankara’ya gittiğimizi sordular. Biz de durumu anlattık. Dikkate alınmıyoruz dedik. Sonra bizim bütün aile sorgulandı, gözdağı vermek için, ailemizde bir çok kişi içeriye atıldı.” diyerek şöyle devam ediyor;

“İşkenceyi gören, dayağı yiyen yine bizler olduk. Yani bizim ifadelerimiz doğrultusunda, asla parmak ucuyla gösterdiğimiz kişiler sorgulanmadı. Genelkurmay’dan birileri bizim susturulmamız için bu sorgulamanın hedefi saptırılarak, gerçek, sorgulama burada engelledi.” diyor

38 yıldır, ne Ali Aktaş’ın, ne de babasının katilleri sorguladı. Aile tuzla buz edildi. O dönem Jandarma Karakolu’nda görev yapan başçavuş ile İskenderun Jandarma Karakolu’nda görev yapan Yüzbaşı Mehmet Avcı’nın sorgulanmasını talep eden abi Yusuf Aktaş;

“Kardeşimin ve babamın katillerinin mezarda bile olsa ortaya çıkmasını istiyoruz, katillerin kimler olduğunu bilmek istiyoruz” diyor.

Yusuf Aktaş son olarak, “Bir tarafımız yangın, bir tarafımız da ezilmişlikle dolu. Biz bunları haykırmayalım da kimler haykırsın?” diyor.

Ali Aktaş’ın idam edilmeden önce ailesine yazdığı mektup 25 yıl boyunca ailesine iletilmiyor. Mektubun bir bölümünü Adana 1. Nolu sıkıyönetim infaz hakimlerinden birisi, Anne Ganimet ve Baba Abbas’a okuyor. Mektubun aslı çeşitli girişimler sonucu aradan 25 yıl geçtikten sonra aileye iade ediliyor. Mektupta Ali Aktaş şöyle diyor;

“Sevgili anacığım, sevgili babacığım

Bu satırları yazıp bitirdikten sonra hayata veda etmiş olacağım ve belki bu mektubu yazıp bitirdikten sonra sizlere ya ulaşır ya ulaşmaz, bu hususta da pek bir güvencim de yoktur. Çünkü; yazıp da size yollayacağım bu veda mektubumun içeriği çok geniş veya kendilerince yasak olacaktır. Ulaşacaksa dahi yine kendilerince politika icabı olacaktır.

Sevgili babacığım ve anacığım, ben bir inanç uğrunda gidiyorum. Evet doğruluğuna inandığım bir inanç uğruna fakat bu inancım mevcut düzene karşı olmak sömürü soygun düzenine karşı olmaktır. Ben bir davadan yakalanmış ve yargılanmış isem de bu işin yalnızca formalitesidir. Çünkü benim asılmam için koyulması gereken hukuki bir delil olması gerekir ki; durum delil yetersizliğiyle de olmasına rağmen ve karar kanaat üzerine olmasına rağmen ben idama götürülüyorum. Evet ben bana atfedilen söz konusu adam öldürme yüzünden değil, Emperyalizme, Faşizme, Sosyal-Emperyalizme, Sosyal-Faşizme karşı yılmaz usanmak tavizsiz mücadelemden dolayı asılmaktayım. Evet onlar bizim nefes alışımızdan dahi korkmaktadırlar. Oysa ki ben maddi olarak yok olsam da manevi olarak yok olmayacağımı da biliyorlar. Evet ben ve benim gibiler inandıkları davaları uğrunda madden ölsek de manevi yaşarız yaşayacağız buna inancım tamdır. Ben ölüme gideceğimi delil yetersizliği olmasına rağmen baştan beri biliyordum.

Ben yakalanabilirim ama halkımın mücadelesi hiçbir zaman ölmez öldürülemez. Halk bağrında nice tohumu, tohumları türetmiş ve türetecektir. Evet ben ölüme giderken hayata erken veda etmekte olmama yanmaktayım. Yoksa öleceğime değil. Her gün her zaman ölümden korkmadım. Korkmayacağım da. Çünkü, ben anamadan babamdan, ben halkımdan korkusuzluğu acı içinde ızdırap içinde yokluk ve kıtlık içinde sabrı, sabretmeyi inançlarımla düşmana …. yaşamayı hem de başı dik ve gururluca yaşamayı ama bir saat daha bir saniye daha…

Size çok şey yazmak istiyordum zaman zaman, ama yazamadım. Nice yazacaklarımdan, nice söyleyeceklerimden ancak söyleyebilip yazabileceklerimden başka bir şey ne söyleyebildim, ne de yazabildimse de bunu anlarsınız inancındayım.

Babacığım benim için çok uğraştın. Farkındayım. Belki kâr etti, belki etmedi, ben baştan bilmeme rağmen yine de seni yanlış düşüncelere kapılmamanız için bir şey demedim. Yine de uğraşılarının borcunu ödeyemedimse de, en azından şerefimle düşmana teslim olmaksızın gitmem, hayata veda etmem dahi umarım sizin için yüzü kara olmaktan da iyidir.

Anacığım beni, bizi ne sancılar içinde var ettiğini, ama yeniden var edebilmeminde ne kadar güç olduğunu biliyorum ve senin acının derinliğini şimdiden anlayamıyor değilim. Onun için şimdiden acını paylaşmak istersem de elimden gelen Bir şey yok. Fakat sana birtek şeyim varsa oda oğlunun senden aldığı senin gibilerden aldığı ilhamı ve kuvvetin inancıyla halka ihanet etmeyen biri olarak gitmemdir.

Ben şuan yazdığım ve yazamadığım nice dost ve akranlarımın tümünü yüreğimde taşıyarak, bilincimde taşıyarak gidiyorum. Evet Ganime analar, Hatun analar, Hüsne nineler Zehra nineler Hamit amcalar. Abbas babalar, Nursel bacılar, Yusuf kardaşlar ve daha bilmem kimler kimler. Ben sizden gelmiş, ben bağrınızdan türemeş biri olarak sizleri düşünmeksizin nasıl giderim hiç mümkün mü?

Evet sevgili analarım, babalarım. Ben gidiyorum. Giderken şerefimle gidiyorum. Ama onlar sömürücüler sömürü soygun düzeninin sahipleri komprador patron ağa devletinin savunucuları şerefsizlikleriyle her gün ölecekler. Biz halkımız uğrunda girdiğimiz mücadelede inanarak elimden gelen mücadeleyi yaptım ben D.H.B.(Devrimci Halkın Birliği) örgütüne mensup olarak yargılandım ve D.H.B, TKP ML Hareketi örgütü davasına dahil edildim. Ama evet ben bu örgüte inandım ve hala inanıyorum. Ona her şeyimle, içten inanıyorum. Benim verdiğim mücadele sizce, hakça takdirini yapacak ve değerini biçeceksiniz.

Beni bağışlayın sizleri, halkımı unutmayacak olan ben oğlunuz Ali Aktaş”

Mücadelesi ve kişiliği ile yere göğe sığmaz Atom parçası, Ali Aktaş’ı şu dörtlükle selamlıyorum.

Bir deli Rüzgar öylesine esil esil eseceksin,
Dosta düsmana karşı hiç eğilemeyeceksin,
Tozu dumana katıp offff gürlemeyeceksin,
Hesap ödenecekse, eksiksiz ödeyeceksin.


İsmail Göçüm – 22.01.2021

Tags: , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑