Yazarlar

Published on Temmuz 11th, 2020

0

15 Temmuz: Erdoğan’ın tek adam darbesi – Hüseyin Şenol


15 Temmuz’un 4. yılında da, korkak diktatör Erdoğan’ın artçı darbeleri devam ediyor. Polis, asker, tank, yargı ve devletin tüm gücüyle halklarımızı ezen Tayyip Erdoğan, dünyanın en korkak diktatörüdür. Erdoğan, dünyada kendi yaptığı darbeye karşı, sanki kendi yapmamış gibi etkinlik düzenleyen ilk diktatördür.

Tam dört yıl geçti, 15 Temmuz Cuma günü akşam üzeri gerçekleştirilen darbenin üzerinden. Kapkara bir dönem oldu bu dört yıl.

Geçen önceki yıllarda da başta yıldönümlerinde olmak üzere, aralarda da yazdım 15 Temmuz darbesi üzerine. Maalesef ve ne gariptir ki, “sola” da anlatmaya çalıştığım en önemli yan, bu darbenin bizzat Erdoğan tarafından gerçekleştirildiği idi. Çünkü bu benim için, özellikle de bu darbesini deşifre etme ve Erdoğan’ın ipliğini daha da fazla pazara çıkarmanın önemli momentlerinden biriydi. Ama nasıl olacaktı ki? Bizim “solu” da kandırdı, inandırdı kendisinin yapmadığına.

Bu inanma durumlarından vaz geçenlerde hala utangaç davranıyor ve şunu açıkça söyleyemiyor: Bu darbe, egemenlerin yol verdiği bizzat Tayyip Erdoğan darbesidir.

Hala 15 Temmuz’a “darbe” yerine “darbe girişimi” demekten vaz geçin. Bunu aynı konuşma esnasında veya bir makalede bile hem “girişim” hem de “darbe” diyenlerin de sayısı az değil. En komiği de “Erdoğan’ın darbesi değil ama, Gülen’e yaptırdığı ve kendi lehine çevirdiği bir darbedir” yorumlarıdır.

Hele hele “darbeye karşı” Erdoğan’ın yanında Yenikapı mitingine katılan CHP’ye mi ve yine Taksim’de “darbeye karşı” miting düzenleyen CHP’nin yanında yedeklenmeye çalışan “sol”a mı yanalım?

Halkımız bir kez daha “soldan” daha mantıklı düşündü bu konuda ve kanmadı. Darbe de pek umurunda olmadığı için karşı da koymadı. Yani “demokrasi” anlamında, AKP taraftarlarının böyle bir sorunu olmadı. Tayyip Erdoğan’ın çağrısıyla sokağa çıkanların “demokrasi” diye bir derdi yaşadığımız 18 yıldır kendini göstermiyor mu? Sokaklarda kudurmuşçasına başta Kürtlere, Aleviler ve diğer muhaliflere nasıl saldırdığına hep beraber şahit olduk ve olmaya da devam ediyoruz. Yine, aynı şekilde “Gezi Dönemi’nde yanına polisi de alan AKP’lilerin saldırganlığını ve linçlerini unutmadık.

Peki karşı koyanlar kimdi? Onlar, Erdoğan’ın senaryosunun bir parçasıydı. Darbe gibi, sonrası da çok iyi ayarlanmış, örgütlenmesi tam da genel kitleye göre örgütlenmişti. AKP’lileri Gülen’e karşı örgütlemenin başka yolu yoktu. Genel muhalefet de zaten Gülen’e sahip çık(a)mayacaktı.

Darbeye giden süreç

Erdoğan tarafından gerçekleştirilen bu darbenin artçıları halen devam ediyor.

Bilgileri tazelemek açısından, önceki değerlendirmelerimden notları da geniş olarak aktaracağım. Böylelikle darbeye giden ve günümüze ulaşan yolun nasıl geliştiğini daha iyi anlarız.

Bahanesi de şeytanın bile aklına gelmeyecek tarzda oldu darbenin. “Darbe girişimine karşı müdahale” dendi bu darbenin adına. Tüm planlama bu kurgu üzerinden gerçekleştirilecekti ve bunu da başardılar. Güya “Fethullah Gülen Hareketi” darbeye teşebbüs edecek, bunlar da “terör örgütü FETÖ”cuların darbe girişimini bastıracaklardı. En komiği de “bunu halkımız bastırdı” yalanı olacaktı.

Maalesef ama, halkımız ne zaman bir darbeye karşı kitlesel bir başkaldırıda bulundu? 12 Eylül Askeri Darbesi’nin lideri Kenan Evren mahkemeye bile getirilememişti. Yine darbe yıllarında, halkımızın askeri cuntaya nasıl destek verdiği ve çocuklarının ismini “Kenan” veya “Evren” hatta bazıları daha da abartıp çift isim olarak “Kenan Evren” koyma yarışına girdiğini hatırlayalım. 15 Temmuz ve ertesi günler, hatta aylar boyunca sokaklarda, meydanlarda sergilenen, aslında planın bir gereğiydi. Darbe girişimine karşı “demokrasi havarisi” duruşun, gerçekçi görüntü vermesi gerekiyordu.

Düşman kardeşler

Son dönem bu iki düşman kardeşin arasının nasıl açıldığı ve giderek derinleştiği hepimizin malumu. Ortam da hazırlanmıştı. Para dolusu ayakkabı kutularından, görevden almalara, birbirlerini ağır suçlamalara tanık oluyorduk. Ortaklığın sonu gelmiş, Erdoğan-Gülen Kardeşler giderek daha da düşmanlaşıyor, tabanları da bu yönde kemikleştiriliyordu. Büyük güç kaybeden “Gülen Hareketi” artık gözden çıkarılmıştı. Son darbeyi de “15 Temmuz Darbesi” ile vurdular.

Malum süreç, daha saatler sonra bizzat Erdoğan tarafından “Allahın bir lütfu” denerek, bunun bir darbe olduğunu en açık bir şekilde ifade ediyordu. Arada bazı dillendirmelerin dışında, hala bunun, öncesinden Erdoğan tarafından planlanan bir darbe olduğunu, bırakın sağı ve solu, sosyalist sol bile kabul etmiyor.

Darbenin 2. Yıldönümü arifesinde, yandaş ajans Anadolu Ajansı’nı ziyaret eden Binali Yıldırım, gazetecilerin “Sizi çok zorlayan, ‘Bu işe girmeseydik’ dediğiniz bir proje oldu mu” sorusuna “Hangi birini söylesem… Hoşuma gitmeyen proje 15 Temmuz” yanıtını vermesi de “itiraf” gibi ilginç bir şeklinde yapılan açıklama oldu…

Bu darbeyle, Erdoğan’ın gerçek yüzünü göstermede önemli bir tarihi moment kaçırılmıştır. 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’nda “Hayır” yerine “Boykot” tavrında bulunanlar ne kadar hatalı olduysa ve bu tavır Erdoğan’a katkıya dönüşmüşse, 15 Temmuz’a direk “Erdoğan darbesidir” diyememek de o kadar hatalıdır.

Darbeye giden yol, sonrası uygulamalar ve son olarak 24 Haziran Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, geniş çaplı bir projenin ve bu projenin olası gelişmelere karşı a, b, c vs. şıklarıydı.

Büyük yol ayrımı: 7 Haziran 2015

Sancılı geçen, ama aslında ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu tarafından destek de gören “Barış süreci”nin son döneminde gerçekleştirilen, Türkiye ve tüm halklar için aslında büyük şans olan 7 Haziran Genel Seçimleri, tekelci burjuvazinin ve Erdoğan’ın tüm planlarını bozmuştu. Hatırlarız hepimiz, parti olarak Halkların Demokratik Partisi (HDP)’nin seçime katılıp katılmaması, kendi içinde bile uzun süre tartışılmış ve değerlendirilmişti. Bu uzun tartışmalar ve değerlendirmelerin neticesinde, HDP’nin bağımsız adaylarla değil de parti olarak seçimlere girme kararı çıkmıştı.

Bu seçimlerde, AKP’nin ve genel olarak burjuvazinin arzusu; HDP’nin parti olarak değil de, bağımsız adaylarla girmesi, gücünün kırılması ve bu şekilde gelen oyların, yani adayların aldığı oyların büyük bölümünün heba olması demekti. Bir önceki seçimlerde böyle olmuş, bazı adaylarımız beklenenin çok üzerinde bir oy almıştı. Bu durumda, partiyle girmenin avantajları olacak, oy boşa gitmeyecekti.

HDP, burada bir risk de aldı haliyle. HDP’nin seçime parti olarak girme kararı, burjuvaziyi ve iktidarını da telaşa soktu. Hemen planlar projeler devreye sokularak, tüm Türkiye’nin ve tüm halkların partisi olan HDP, engellenmek istendi. Seçimden sadece 2 gün önce, 5 Haziran 2015 tarihinde gerçekleştirilen HDP Diyarbakır mitinginde patlatılan bomba da bu katliamla Türkiye’nin nasıl bir ortama sokulmak istendiğinin de işaretiydi. Bu saldırıda çok sayıda insan öldü, yüzlercesi yaralandı. IŞİD’in yaptığı iddia edilen bu bombalı saldırının, aslında HDP’yi kriminalize etmek, seçmeni uzak tutmak için planlandığı çok açıktı.

Ama nafile, bu katliam bile bir umut olan HDP’nin yükselişini engelleyemedi. “7 Haziran seçimlerinde barajı bile aşamaz” denen HDP, sadece Kürt illerinde değil, tüm Türkiye’de önemli bir başarı sağlayarak, meclise girmeyi başardı. Hem de öyle bir giriş yaptı ki, egemenlerin korkuları katbekat artmıştı. Seçimlerde yüzde 13’ün üzerinde oy alan HDP, 80 milletvekiliyle parlamentoya 3. parti olarak girdi.

Aslında, yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye demokrasisi ve tüm halklar için önemli bir kazanım olan bu durum, egemenler ve Erdoğan için pek de iç açıcı bir durum değildi. Erdoğan, partisi AKP ve egemenlerin oyunlarını, tüm hesaplarını alt üst etmişti HDP…

Suruç Katliamı, tarinin en büyük sosyalist katliamlarındandır

Egemenler, 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı’nı gerçekleştirdi. Yani seçimlerden hemen bir buçuk ay sonra, Diyarbakır katliamıyla işareti verilen katliamlar zinciri başlamıştı artık. Suruç’ta patlatılan bombayla 33 kişi hayatını kaybetti, 100’den fazla kişi yaralandı. Bu canlı bomba saldırısı da IŞİD’in hesabına yazıldı.

Suruç katliamıyla verilmek istenen mesaj çok açıktı. Hem içe dönük bir korku ortamının yaratılmasını sağlamak, hem de Türkiyeli sosyalist gençlerin Kürdistan halkıyla dayanışmasını engellemekti.

Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) çağrısıyla, aralarında devrimci dayanışmanın en güzel örneğini de sunan diğer dost sosyalist kurumlardan da gençlerin bulunduğu grup, Suriye sınırında Suruç’tan Kobanê’ye gideceklerdi. Öğlen saat 11.30 sıralarında Urfa’nın Suruç ilçesinde Amara Kültür Merkezi’nde basın açıklaması yaparken meydana gelen ve canlı bomba tarafından gerçekleştirilen patlamada 33 kişi hayatını kaybederken, en az 76 kişi yaralandı.

İstanbul’dan otobüsle yola çıkan ve Suruç üzerinden Kobane’ye geçmek isteyen gençler Kobane’deki çocuklara oyuncak ve günlük ihtiyaç malzemeleri götürüyorlardı.

Ayrıca Kobane’ye park, hatıra ormanı ve kütüphane yapmayı planlıyorlardı.

Suruç katliamını, Ankara, İstanbul ve diğer katliamlar izledi.

Plan işliyordu…

Suni hükümet krizi

HDP’nin büyük başarı sağladığı 7 Haziran 2015 seçimlerinden büyük yenilgiyle çıkan AKP ve Tayyip Erdoğan, savaş planını devreye sokarak, tüm Türkiye’de ve özellikle de Kürt illerinde ağır baskı ortamı yaratarak, demokratik siyasetin önünü tamamen kapama yoluna gitti. Batı illerinde patlatılan bombalar, Kürt illerinde şehir yıkmaya, insanları diri diri yakmaya kadar vardı.

Halkın iradesi hiçe sayılarak belediye başkanları görevden alınmaya başlandı. Çok sayıda milletvekili, belediye başkanı, il başkanları ve daha binlerce partiliye yönelik gözaltı ve tutuklama furyası hız kesmeden devam etti.

“Barajı aşamaz” denen HDP, aldığı oy oranıyla halklarımız için büyük umut kaynağı olurken, bundan korkan egemenler, kaos planını işleme koydular. Savaş ortamında 1 Kasım seçimlerine gidilirken, bombalar patlıyor, Kürt illerinde de insanlar diri diri yakılıyor, şehirler yıkılıyordu. Hak ve özgürlükler aşama aşama daha da kısıtlanıyor, rafa kaldırılıyordu.

Bunlarla yetinmeyen egemenler, suni bir “hükümet krizi” yaratarak, 7 Haziran sonrası hükümet kurulamamasını özellikle istediler. O dönem, faşistleşme yolunda hızla ilerleyen Erdoğan ve AKP’nin yardımına, faşist parti MHP yetişti. Şimdi yanından ayrılmayan, hatta AKP’yle faşist bir blok oluşturan MHP bile hükümet ortaklığına yanaşmamıştı. Ama bunun aslında bir oyun olduğu çok açıktı ve kısa bir süre sonra da meydana çıkmıştı. Amaç, ülkeyi ne olursa olsun, korku imparatorluğunda ve savaş ortamında erken seçime götürmekti.

Bunun için her yol mübahtı…

1 Kasım Seçimleri

Bilerek kurulmayan ve yaratılan hükümet kriziyle toplum karamsarlığa, umutsuzluğa itilmek isteniyordu. Bu ortamda gelinen 1 Kasım Genel Seçimlerinde de, Kürt Özgürlük Hareketi ve ittifakı sol-sosyalist devrimciler büyük başarı sağlayarak, yüzde 11’e yakın oy alıp, tüm engellemelere rağmen Meclis’e girmeyi başardı.

1 Kasım öncesi yaratılan ortam ve demokratik hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı, yok edildiği durumda bile, Erdoğan için istenen “başarı” bu seçimlerde de gelmemişti. Yüzde olarak çoğunluğu alamayan AKP’nin milletvekili sayısı ise yüzde 55’in üzerindeydi. MHP milletvekili sayısı da yarı yarıya düşerken, seçimlerden yine de büyük başarıyla çıkan, engellenen, oyları çalınan HDP’de düşüş yaşanmış 59 milletvekili çıkarmıştı.

Bu durum da yetmedi, barajı aşıp, yine de meclise girmeyi başaran HDP’nin demokratik siyaset yapmasının önünü tamamen kesmek için bu kez 2016 Mayıs’ında dokunulmazlıklar kaldırıldı.

15 Temmuz Darbesi

1 Kasım yetmiyordu egemenlere.

Erdoğan’ın “tek adam hırsı” durdurulamıyordu. Kendine göre en büyük düşmanları olan dışarıda HDP’yi, içeride ise ortağı Fethullah Gülen’i tamamen bitirmesi gerekiyordu. Fethullah Gülen’le ortaya çıkan ve zaman zaman çok açık biçimde kamuoyuna da yansıyan çelişkileri, krizleri ve kavgalarına, yani kardeş dalaşına bir son verilmesi gerekiyordu. Artık, sadece Erdoğan ve Gülen değil, herkes “bunlar artık bir arada duramazlar” yorumunda bulunuyordu.

Adına “Darbe girişimi” denen Erdoğan darbesi, başarılı olması durumunda büyük imkan sağlayacak, “tek adam” iktidarına yürüyüş hızlandırılacaktı. Başlangıçta CHP’nin bile destek verdiği darbe gerçekten de başarılı olmuş, Olağanüstü Hal (OHAL) ve çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK), önündeki engelleri bir bir ‘bertaraf’ eden AKP, lideri Erdoğan ve yanına yedeklediği MHP ile birlikte referandum sürecine geldi.

Referandum

7 Haziran sonrası başlatılan, 1 Kasım’da azgınlaşan sömürgeci devlet ve iktidarındaki AKP, Kürt illerinde savaşı devam ettirerek, katliam ve işkencelerini sürdürmeye devam etti. Ama Kürt halkına baş eğdiremedi. Kürt halkı, 7 Haziran ve 1 Kasım’da olduğu gibi, bu referandumda sandıkta da Erdoğan’dan hesap sordu. Bir önceki referandumda olduğu gibi; bu kez “boykot” gibi yanlış tavra da çağrılmayan Kürt halkı, gereken yanıtı, seçimlerde olduğu gibi, bir de halk oylamasında verdi.

“Barış” ortamını provoke eden AKP, “hendek” politikasını da bahane ederek, Kürt halkına karşı başlattığı topyekûn savaşı devam ettiriyor. Bu öyle bir savaş ki, insanlığın tanık olduğu en barbar, en kirli savaşlardan biri. İnsan haklarını acımasızca ayaklar altına alan sömürgecilik, katliamlarında sınır tanımıyor. Kürt illerinden sonra, Afrin işgali de bunun en bariz örneği.

Yapılan tüm araştırmalar ve sahadan edinilen bilgiler, iktidarın “savaş davetini” kabul eden Kürt Özgürlük Hareketi’ne küskün de olsa, Kürt halkının boyun eğmeyeceğini, tüm baskı ve katliamlara rağmen “hayır” diyeceğini göstermişti. Sonuç malum; MHP ve diğer gerici, faşist parti, kurum ve bir de devlet olanaklarıyla, Erdoğan ancak 51,41 oranında oy alabildi. Tüm engelleme ve baskı ortamının yanı sıra, çalınan yüz binlerce oy da cabası…

Amacına ulaştı

Bana göre, darbenin en büyük amacı, ülkeyi OHAL koşullarında bir referanduma ve oradan erken seçime götürmekti. Kendini sağlama almak isteyen Erdoğan, eğer bunları başaramaz ve planı uygulayamazsa, değil tek adam rejimini kurmak, elindekini bile koruyamayacaktı. Daha da ötesi, iktidardan düşecek ve yargılanacaktı. İşte bu, Erdoğan’ın en büyük korkusuydu.

Sonrası malum gelişme, referandum ve ardından erken seçim. “Erken ve baskın” demek daha doğru aslında. “Erken olabilir” tahminleri vardı, ama kimse bu kadar da erken olabileceğini hesaplamamıştı. Aslında mevcut durumda AKP ve Erdoğan’ın eriyen oyları karşısında nasıl panik olduğu açık açık görünür oldu.

İlk kez “Erdoğan gidecek” denen bir ortamdan da her türlü hileyle çıkmasını bildi faşist blok. Oyu erimesine rağmen, kurduğu faşist blokla ulaştığı sonuçla hem parlamentoda ortak faşist çoğunluğu sağladı, hem de cumhurbaşkanı adayı olarak da yüzde 52,6 oranında oy alarak istediği parlamenter sistemi sonlandırarak, başkanlık sistemine geçti.

24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri

            Aslında 3 Kasım 2019’da yapılması planlanan başkanlık seçimi, faşist ortak Bahçeli’nin “Bu Ağustos’ta yapılmalı” önerisine Erdoğan’ın da önce karşı çıkıyor gibi yapıp, daha da önceye önerdiği bir seçim oldu, 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento Seçimi. Birkaç değil, tam bir buçuk yıl öne alındı Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimleri. Çünkü korku her geçen daha da büyüyordu.

Tüm engellemelere, anti-demokratik uygulamalara rağmen Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş seçimlerden büyük başarı sağlayarak çıktı. 24 Haziran’da gerçekleştirilen milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimi, dünyada eşi benzeri olmayan bir ortamda gerçekleştirildi.

Bu ortamda yüzde 11,7 oranında oy alan HDP ve tutsak tutulduğu yetmiyormuş gibi, cezaevinde tüm olanaklardan yoksun bırakılan Demirtaş’ın aldığı yüzde 8,4 oy oranı büyük başarıdır. Tüm engellemelere ve korku imparatorluğuna rağmen, kendilerine uygulanacak olan her türlü baskı ve zorbalığı göze alarak meclise giren HDP’li 67 milletvekili, halklarımızın iradesidir. İşleri kolay değil.

31 Mart Yerel seçimleri ve tekrarlanan İstanbul Seçimleri’nde daha da ağır yenilgi alan Erdoğan’ın çöküşü hızlandı. 7 Haziran 2015’te başlayan süreç, yani Erdoğan’nın kaybettiğine her seçimde tanık olduk. Her seçimi, uyguladığı baskı ortamıyla ve çalarak-çırparak kendi lehine çevirdi. Ama aslında, kaybedenin kendisi olduğu biliniyordu.

Gelinen noktada, her “yenilgisi” sonrası “zafer” kazanan Erdoğan, yıllardır 8 ayda bir seçime götürdüğü ülkede artık erken seçim görmek istemediğini dillendirir oldu.

Seçim tavrı üzerine

Zaten içeride tartışılan, dışarıya en azından yazılı olarak yansıtılmamaya çalışılan “İnce mi, Akşener mi?” tartışması, önce Buldan, sonra Hayko Bağdat’ın ve en son Ayhan Bilgen’in de açıklamasıyla gündemde yerini almıştı. Bayağı uzadı yazı, onun için çok kısa değineyim. Bu konudaki görüşümü de biliyorsunuz: “Faşistin İYİ’sine de oy yok” diyerek tavrımı önceden açıklamıştım. İkinci tura gerek kalmayınca da “Şükür. Sosyalist hareket, faşiste oy verip vermemekle sınan(a)madı” demiştim.

Ama nafile, 24 Haziran’daki durum, 31 Mart Yerel Seçimlerinde ve 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul Seçimlerinde yine karşımıza çıktı ve sınandık. Bu seçimlerdeki o dönem üyesi olduğum parti ve bileşeni olduğu HDP’nin hatalı tavrı üzerine de sık sık yazmış, başta faşist İYİ partiyle kurulan ittifaka oy verilmemesini savunmakla birlikte, bu ittifakın olmaması durumunda da masaya oturmayan CHP’ye de oy verilmemesini savundum. Bir yıl sonra, şimde de bu görüşümün ne kadar doğru olduğunu görerek, savunmaya devam ediyorum. Ve önümüzdeki süreç, bize bunu daha da net gösterecek. Ki “pişmanlıkları da çok daha fazla görüyor, seçim tekrarlansa HDP bu tavrına kendi seçmeninden güçlü destek bulamayacak.

Evet, AKP-MHP Faşist Bloğu’nun kaybettiğine hem ülke topraklarında hem de kendi içlerinde şahit oluyoruz. Bu kaybediş her geçen gün daha da hızlanacak. 31 Mart Seçimlerinden çok daha önce başlayan Abdullah Gül, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun çıkışlarına yeni çıkışlar eklenecek. Babacan ve Davutoğlu her gün ekranlarda Erdoğan’ı eleştiriyor.

Sosyalist hareket, bu durum karşısında, tabii ki bu çöküşe hizmet edecek tavır ve mücadele geliştirmelidir. Ama bunu yaparken, diğer bir faşist parti ve burjuvazinin “solunu” güçlendirme tehlikesini de göz önünde bulundurmalıdır.

CHP ve İYİ Parti, bu tarzda partilerdir ve dostumuz değillerdir. Hele hele Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin hiç dostu değildir.

Geçtiğimiz ay İstanbul Seçimlerinin birinci yılıydı, öz eleştirileri pek görmedik ama, seçim sonuçları ve ittifaklar üzerine değerlendirmeleri uzun yıllar yapacağız. 2010 referandumundaki “hayır” tavrı gibi, son seçimde gösterilen ve benim sürekli hatalı olduğunu konusunda dikkat çektiğim tavır(lar) da bize iyi gelmeyecek.

Erdoğan istemese de yeni seçimlere ve darbelere hazır olmalıyız.

Korkak diktatör Erdoğan’ın artçı darbeleri devam ediyor!

Polis, asker, tank, yargı ve devletin tüm gücüyle halklarımızı ezen Tayyip Erdoğan, dünyanın en korkak diktatörüdür. Erdoğan, dünyada kendi yaptığı darbeye karşı, sanki kendi yapmamış gibi etkinlik düzenleyen ilk diktatördür.

            Faşist Erdoğan, iktidarının ikinci bölümünü, ancak klasik faşist parti MHP’yi de yanına alarak sürdürebildi. Başka bir faşist parti olan Büyük Bilik Partisi (BBP) de sürekli AKP-MHP faşist bloğuna desteğini esirgemiyor.

            Darbe sürecini, artçılarını 4 yıl sonra bile sürdürmeye devam eden Erdoğan; bunu özellikle de Kürt halkına savaş, belediyelere kayyum atamaları, milletvekillerini düşürme, seçim sistemini düşürme, bekçilik kurumu gibi her gün yeni bir girişimde bulunuyor.

            Buna rağmen oy kaybetmeye devam eden Erdoğan’ın elli kanlı faşist Meral Akşener’i ve faşist partisi İYİ Parti’yi de yanına alacağı, ortak yapacağı zaman da büyük olasılıklar arasında. Son dönemde bunun işaretlerini de Erdoğan da Akşener de veriyor.

            Akşener ikna olduğu andan itibaren, “Seçime gerek yok” diyen Erdoğan çok hızlı bir şekilde erken seçimi dayatacaktır. Hep birlikte göreceğiz.

            Burada da “sol” açısından maalesef diğer talihsiz bir durum daha yaşıyoruz: Darbeyi Erdoğan’ın yaptığını ispatlamaya çalışırken. İYİ Parti’nin de faşist bir parti olduğunu ispatlamakla meşgul olmak zorunda kalıyoruz.

Faşizme karşı mücadele

7 Haziran seçimlerinin hemen ertesi günü, seçimleri değerlendirdiğim yazımın sonunda “Bundan sonrası da faşizm” ara başlığıyla, bundan sonrasının da “faşizm” olduğunu belirtmiştim. Evet faşist iktidar ve başkan, ama devlet biçimi olarak hala bir “faşist diktatörlük” değil.

Gelinen noktada bundan sonra da faşist uygulamaları her geçen gün daha arttırarak, katmerleştirerek devam ettirecek olan faşist AKP-MHP bloğu, faşizmi tamamen kurumsallaştırarak ve devleti faşist diktatörlüğe dönüştürmek istemleri başka bir şey, egemenlerin bunu istemesi ise başka bir şeydir. Faşist partiler ve liderleri için tabii ki, arzulanan devlet biçimi faşist diktatörlüktür. Ama bu sadece onların isteyip istemediğine bağlı bir durum değildir. Yoksa, tabii ki, Erdoğan, partisi AKP ve yanına yedeklediği faşist partiler MHP ile BBP, şu anda muhalefette olan ve başında Meral Akşener’le birlikte bilumum eli kanlı ırkçının bulunduğu faşist İYİ Parti’nin gerçek hayali, faşist bir diktatörlüktür.

Her seçim arifesinde, artık “Faşizm geliyor” diyerek, farklı ortamlar yaratmanın çok da anlamlı olmadığını gördük. Olandan daha farklı bir “korku ortamı” yaratmanın ne kimseye ne de mücadeleye hayrı dokunmaz, aksine zararı büyük olur ve oldu da. Sosyalist hareket, çıkışı başkalarında değil, kendi öz mücadelesinde aramalıdır.

AKP-MHP Faşist Bloğu’nu geriletme mücadelesi, ne pahasına olursa olsun mantığıyla, isteyerek veya istemeyerek, CHP’ye, hele hele faşist İYİ Partiye verilen destekle olmaz. AKP-MHP faşist hükümetine karşı, AKP-CHP veya yanlarına aldıkları MHP’li ve İYİ partili benzer koalisyonlar da bize uymaz, uymamalı, hele alternatif hiç olmamalıdır. Erdoğan-Gülen dalaşmasında taraf olmadığımız gibi, burjuvazinin tarafları arasındaki yeni “dalaşmalarda” da dikkatli olmak gerekir. Her şeye “mecbur” değiliz.

Bakın, benim bir yıl öncesi de sıkça söylediğimi, geçtiğimiz günlerde Demirtaş dedi: “Sırf AKP karşıtlığı üzerinden gelecek inşa edilemez”

Ben de farklı bir şey söylemiyor(d)um: Ne sadece AKP karşıtlığı ne de CHP’ye yakın durmakla, hele hele faşist İYİ Partiyle yan yana bile durmamak gerekiyor.

Bundan sonra da yakın zamanda, olağanüstü gelişmeler olmadıkça, devletin faşistleşeceğini düşünmüyorum. Devlet hala tüm baskı, şiddet ve katliam gibi uygulamalarına rağmen, seçim sistemini işletiyor ve hatta bunu inatla “her şeye” rağmen çok sık gerçekleştiriyor. Egemenler de çok iyi biliyor ki; faşist devlet seçimlerle gitmez. Bu nedenle de egemenler bu “rizikoyu” rahat ve keyfi şekilde göze al(a)maz. Almak isteyene de tarihte örneklerini bol şekilde göreceğimiz gibi, destek vermezler. Destek, son aşamada, egemenlerin gerekli gördüğü yerde ve zamanda gelir.

Tekelci sermayenin en son başvuracağı sistem, devlet biçimi olan faşist diktatörlük opsiyonu, şimdilik rafa kaldırılsa da oradan her an indirilebilecek ve Türkiye halkları için önemli bir tehdit olarak, var olmaya devam edecek, bu da başka bir şey. Çünkü, ekonomik krizin her geçen gün daha da derinleştiği bir ortamda, ülke fırtına öncesi sessizliği yaşıyor.

Bu sessizlik ortamından, fırtınalı ortama nasıl geçeceğimiz de faşizmin kurumsallaşması için önemli etken olacak. Şu anda, sermaye için faşist devletsiz de işler “hala” tıkırında.

CHP’nin Adalet Yürüyüşü, HDP’nin Demokrasi Yürüyüşü, Baroların Yürüyüşü, kadınların “sürekli” yürüyüşü ve meydanda oluşu önemli etken tabii ki. Ama tüm bunlara rağmen demokrasi mücadelesinin sokak ayağı hem Türkiye’de hem de Avrupa’da maalesef çok zayıf ve cılız. Bu durumdan çıkışın yolu da muhakkak yaratılmalıdır. CHP zorlanmalı ama çok da büyük bir beklentiye girilmemeli. HDP’nin yürüyüşüne kösteğini daha geçtiğimiz günlerde gördük.

Her baskı, hatta ağır baskı ortamı faşizm değildir. En klasik tanımıyla “Faşizm, tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.” şeklindeki Dimitrov’un faşizm tarifini doğru bulanlardanım. Faşist devlet, sermayenin son kalesidir. “Diktatörlük biçimi” eğer bir devlet biçimiyse; faşist devleti, parti, lider, uygulama vs’leri birbirinden ayırmak zorundayız. Çünkü, yapacağınız tarif de ona karşı mücadelenizi de doğru bir şekilde belirleyebilmenizi sağlayacaktır.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve yarattığı parti HDP’nin kıymeti bilinmeli, daha da genişlemesi ve güçlenmesi için yoğun çaba harcanmalıdır. Tüm birleşenleriyle, HDK ve HDP’nin yıllardır süren varlığı ve mücadelesi, şu anda faşizme ve sömürgeciliğe karşı en ciddi ve güçlü birlikteliktir. Bunu son seçim ve referandumlarda da hep birlikte gördük. İnanç ve yöre kurumları dahil, HDP’ye destek verenlerin hepsinin bu parti ve kongre içinde yer almalarında hiçbir engel yok. Değeri(miz) bilinmeli.

Erdoğan nasıl gidecek?

Devlet biçimi olarak faşist diktatörlükler “seçimlerle” engellenebilirler, ama seçimlerle gönderilemezler. Bu nedenle de aklımızı başımıza alıp, faşizme ve ırkçılığa karşı en geniş anti-faşist birlik, bir araya geliş muhakkak yaratılmalıdır. Demokrasi güçleriyle birlikte demokrasi cephesini yaratmak elzemdir. Bu ittifak arayışı, sosyalistlerin kendi öz gücüne güvenmesine ters bir durum arz etmemektedir. İttifaklara evet, ama “ne pahasına olursa olsun” şeklinde bir tavır yanlıştır. Bazen açık açık, bazen de hiçbir şey olmamış gibi “bağrımıza taş basalım” yaklaşımına bir daha düşülmemelidir.

            Sık sık Erdoğan gitti gidecek söylemleri de bize değil Erdoğan’a kazandırıyor. “Suriye’de batacak”, “Libya’dan çıkamayacak” gibi ajitatif söylemler yetmez Erdoğan’ı göndermek için. “Korona Erdoğan’ı götürecek” bile dendi.

Ne kendimizi kandıralım ne de halklarımıza gereksiz ümit vermeyelim. Ki halkımız da bu söylemlere uzak olduğunu, “bize” uzak durarak zaten gösteriyor.

 Erdoğan yeni yeni senaryo ve oyunlarla iktidarını sürdürmek için elinden gelenin fazlasını yapmaya devam edecek. “Barolar”, “Ayasofya” bu oyunlarını gördük. Devamı kesin gelecek, hem de fazlasıyla.

Faşist iktidarını devletleştiremeyen Erdoğan’ın gitmesi seçimlerle mümkündür. Ama daha ağır darbelere de hazır olmalıyız aynı zamanda. Erdoğan kalsa da seçimle gitse de darbeleri bir tehdit olarak elinde tutmaya devam ediyor. AK-Asker, AK-Polis, AK-Bekçi ve daha birçok alandaki AK-Faşistleriyle bu gücü maalesef her zamankinden çok daha fazla elinde bulunduruyor.

Oligarşik diktatörlüğü yıkıp, sosyalist devrim öncesi demokratik ve sosyal bir cumhuriyeti, yani demokratik halk iktidarını kurma mücadelemiz, en geniş kapsamlı müttefiklerle ve birliktelikle mümkün olabilecektir.

Gün, bu ağı örme günüdür…


Hüseyin Şenol – 11.07.2020

Tags: , , , , , , , ,


About the Author



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Back to Top ↑